---Yazılarımız---

MERHABA DOSTLAR, YOLDAŞLAR,KADINLAR

Sizlere Büşra'nın gülen gözleri, Polen'in içtenliği, Hatice Ezgi'nin yaşama sevinci ve Ece'nin direngenliğiyle ses etmek istiyorum.Savaş kelimesinin ne demek olduğunu bilmeyen bir nesle bizlere savaşı yaşatan erkek egemen sistem başta sonrasında da bunun bir uzvu olan AKP hükümetini lanetlemek en başta dursun mücadeleye olan inancımızla korkmaz ve yılmaz vicdanımızla boynumuzun borcunu ödemenin öneminden hiç bahsetmeyeceğim hepimiz artık neyin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Suruç'tan bu yana söz bitti dedik artık bir santim yer kalmadı hayatımızda söze dedik sözün bitmediği yerlere vardık durduk.Halkların zaman zaman içine düştükleri ruhların karartıldığı o korkunç dönemlerden geçiyoruz. Berrak ve insanca bakışımızı korumaya devam ettik cinayet cinayet ve daha fazla cinayet diyenlere karşı vicdanımızın sesiyle her zaman ses ettik dediğim gibi korkmaz ve yılmaz yüreklerimizle. Sonra bir duvarda ışığın suretini gördük başka bir duvarda yaşamak direnmektir diyordu yoldaş ne kadarda içselleştirmiştik hepimiz bu sözü yaşamımıza söz bitmemiş evet daha söylenecek sözlerimiz varmış dedik. Bizler tarih bizi yazsın diye direnmiyoruz böylesine maddesel hedeflerimiz hiç bir zaman olmadı. Yaşatmak için direniyoruz düşmanlarımızın varamayacağı o yaşamı Kobenede'ki Filistin'deki Afrikada'ki çocukların gözlerine taşımak için direniyoruz zira elimizdeki oyuncaklardan ve boyama kitaplardan başka bir şeyimizin olmadığı bu samimiyetin en büyük kanıtır. Yeryüzünde zulme direnmekten daha büyük bir antidepresan icat edilmediğini düşünenlerdenim. Amed'i yaşadık Suruç'u yaşadık reyhanlıyı yaşadık ve Ankara'yı ve nicelerini yaşadık.Ne çok savaşın içine düşmüşüz öyle değil mi yoldaşlar dedim ya savaş kelimesinin ne anlama geldiğini bile anlamadan bunca savaşın ortasına düştük.Birileri savaş istiyor diye savaşlar oluyorsa eğer şüphesiz buna dur diyecek irademiz aklımız zekamız vede direngenliğimiz vardır. Bizlerden daha akıllı olduklarını zannedenlere buradan da bir kez daha ne kadar da büyük bir yanılgının içine düştüklerini söyleyebilirim ancak. Savaşlar çıkmasa mermiler silahlar nasıl üretilecek kapitalizm nasıl zenginleşecek tezi elbette kendi içinde mantıklı bir tez ama dedim ya bizden daha akıllı olduklarını bırakın bir süre daha zannededursunlar. Başka bir yoldan geçerken başka bir yoldaşın yazısıyla karşılaşmışsınızdır belki iktidar namlunun ucundadır derdi.uzun süre düşündüm üzerine başka bi yolu yok mu acaba bu barışı getirmenin diye ama nasıl baş edeceğiz ki bu IŞİD denen tacizci tecavüzcü barbar ordusuyla ? İşte tam bu noktada sırtımızı biraz namlunun ucuna ve çok fazla umuda dayayarak iktidarı da geçtim tüm dünyayı zılgıtlarımızla gülüşlerimizle milyonlarca renge boyayabiliriz ilk sözümüzü son sözümüz gibi söyleyip şimdi değilse ne zaman diyerek kurarsak saatlerimizi bu kirli savaşa bir dipçik tutar dua alırız belki de Kürdistan'da barış analarımızdan dipçik tutan eller dert görmesin diye... Ve demem o ki bu savaş çığırtkanlarına:çünkü her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp fikri görevini yerine getirmesi insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman bütün CALVİNLERE karsi CASTELLİO ayağa kalkar tıpkı POLEN gibi BÜŞRA gibi ve niceleri gibi...

Tüm güzel sözlerde buluşmak dileğiyle dostlar..

HATİCE POLAT


KAZANACAĞIMIZ BİR DÜNYA VAR!
Devletin ne olduğu sorusuna; varlık amacı sosyal refahı, iç düzeni ve halkın sağlığını sağlamak olan ve millet iradesi ile var olmuş bir kurum diye cevap verirdik bir zamanlar. O zamanlar bilmediklerimizi düşünüyoruz şimdi: Amed’de iradesini belirlemek isteyen bir halkı, Suruç’ta çocuklara oyuncak getirmek için çalışan düş yolcularını ve son olarak Ankara’da inadına barış demekten korkmayan barış elçilerini gözünü kırpmadan bombalayıp öldürenlere de devlet dendiğini bilmiyorduk. Kendi halkını öldürtmek için eli kanlı çetelere silah desteği yapmaktan çekinmeyen diktatörlerde devlet oluyordu, yani meseleyi daha özele indirirsek biz bugün bizi öldürenlere devlet diyoruz. Önce Amed sonra Suruç şimdiyse Ankara katlediliyoruz eyy halkım gör bizi! Emperyalizm özgürlük mücadelelerini durdurup etki alanını genişletmek için tarih boyunca olduğu gibi işçiyi, köylüyü, kadını, gençleri, emekçileri kısacası tüm ezilen halkları katliamcı faşist bir düşünceyle yok etmeye çalışıyor. Katliam politikasıyla büyümeyi hedefleyen faşist baskıcı ve gerici Türk devletinin iktidar korkusuyla sadece 4 ayda Amed, Suruç ve Ankara katliamları aslında devletin öldürme politikasını gözler önüne seriyor. Katliamları daha geniş bir bakış açısı ile inceleyecek olursak: 1. Amed halkındır halkın kalacak! 7 Haziran seçimlerine doğru halkın iradesinin var olan diktatörlüğü ezeceğinin kanıtlandığı dönemde yani seçime sadece 2 gün kala saltanatını elinden kaybetmek istemeyen Erdoğan bu döneme kadar gerçekleştirdiği katliamların hesabını veremeyeceğini anlayıp kana susamışlığını başka bir katliam ile örtmek istedi. AKP-Daiş iş birliğinin bir defa daha gözler önüne serildiğini gösteren olay 5 Haziran günü HDP mitinginde meydana geldi. Mitinge yapılan bombalı saldırıda 5 kişi hayatını kaybederken yüzlerce kişi yaralandı. Şu ana kadar yapılan tüm katliamların hesabını sormak için bir araya gelmiş kitlenin kendi kendini bombaladığı dahi iddia edilse de olayın perde arkasında Akp işbirlikçisi olduğu anlaşıldı. Peki o gün Kürdistan halkı neler yaşadı? Kürdistan halkı için son derece güzel mutlu ve huzurlu bir gündü. Bayraklarımız elimizde alana varacağımız anı beklerken yine çok heyecanlı ve coşkulu olduğumuz aşikardı. Kürdistan’ın tüm kentlerinden Amed’e gidiş için otobüsler trenler hınca hınç dolu bir şekilde yola çıktı. Bu coşkunun sebebine gelince yıllardır ezilmiş, sömürülmüş devletin zorunlu asimilasyon politikalarına maruz kalmış bir halk çok değil 2 gün sonra tüm bunların hesabını sormak için sandığa gidecek ve özgürlük mücadelesini büyütüp diktatörlüğün iktidarı tek başına eline almasını engelleyecekti. Sonra ne mi oldu? Bir yerden bir patlama sesi duyuldu ilk aklımıza gelen ise polis saldırısı olduğuydu. Her şeyden habersiz kitlenin verilen komutlar ile dağılmasını beklerken kulağımıza ilk gelen şey bombaaaa… Halkın sakin olması için sürekli anonslar yapılırken olası bir izdiham engellenmeye çalışılıyordu o gün orada tüm insanlığın ders alması gereken nokta ise katledilmek istenen bir halkın olanlara rağmen barış diye kulakları sağır eden haykırışıydı. 2. Kobane' yi yeniden inşa ediyoruz! 7 Haziran seçimleri AKP diktatörlüğü için tam anlamıyla bir yıkım olmuştu. Yenilgiyi hazmedemeyen AKP iktidarının katliam listesinde bu defa komünist gençler vardı. Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF), her yaz düzenlediği gençlik kampı yerine 2015 yılında "Kobanê'yi birlikte inşa edelim" adı ile bir kampanya başlattı.SGDF üyesi gençler 19-24 Temmuz tarihleri arasında Kobanê'ye giderek Kobanê Kuşatması sırasında yıkılmış olan kentin yeniden inşa çalışmasına katılmayı hedefliyordu. Kobanê’ye geçmek için gerekli koşulların sağlanmasını bekleyen gençler Amara Kültür Merkezi bahçesinde basın açıklaması için toplandığı esnada canlı bomba saldırısına uğradı. Saldırıda 33 kişi hayatını kaybederken yüzlerce genç yaralandı. Peki o gün olay öncesi ve sonrası neler yaşandı? Aylardır gerçekleştirdiğimiz çalışmaların ardından nihayet buradaydık. Suruç Amara Kültür merkezinde. Kobane’ye geçiş için beklediğimiz esnada önce fotoğraflarda gördüğünüz gibi kahvaltı masamızı kurduk. Yolda olan yoldaşlarımız gelecek sonra hep birlikte devrimin gerçekleştiği kente doğru yola çıkacaktık. Bir yanımızda yoldaşlarımız çimlere basmamamız için bizi sık sık uyarırken diğer yanımızda yeni gelenler için kahvaltı masası tekrardan kuruluyordu. Samsun ekibinin Aydan yoldaşın öncülüğünde bahçeye sloganlarla ve coşkulu bir biçimde girişini unutmak mümkün mü? Saatler sonra basın açıklaması yapılacağı söylendi ve kitle bahçenin girişinde toplandı. Açıklamayı dinlerken coşkulu bir biçimde sloganlar atmaya devam ediyorduk. Basın açıklamasının bitimine doğru kulakları sağır eden bir ses ve toz bulutu, bombaaa… Tek amacı savaşta her şeyini yitirmiş olan bir halka yardım etmek olan bizlerin ise haykırdığı tek bir şey vardı: Kimse ölmedi tekrar bakın kimse ölmediii! Polisin saldırısı, ambulansların siren sesleri ve gelen cenaze arabaları her şey çok karışık ve anlıktı. Tarif edilemeyecek kadar büyük bir acı içerisinde hiç tanımadığınız bir evde çaresizce yoldaşlarınızın ölüm haberini beklemek beklerken de düşünmek umudumuzu yakanlardan hesabını elbet bir gün soracağız! 3. Barışı Ankara’da haykıracağız! 7 Haziran seçimlerinde yenilginin hazmedilemeyişi koalisyon görüşmelerinde ortaya çıktı. Halkın iradesine karşı çıkılıp koalisyona gidilmezken yeni seçim tarihi 1 Kasım olarak belirlendi. "Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi, Barış Emek Demokrasi" sloganıyla 10 Ekim sabahında Ankara'da buluşan binlerce kişi yapılan bombalı saldırı ülke tarihindeki en büyük katliam olarak kayıtlara geçti. Şimdiye kadar 100'ün üzerinde barış elçisinin hayatını kaybettiği açıklanırken 507 kişinin katliamda yaralandığı açıklandı. Son olarak peki o gün Ankara da olay öncesi ve sonrası ne mi yaşandı? Öncesinde yaşadığımız iki katliama rağmen bugün tekrar ayaktayız ve barışı bizler bu topraklara kavuşturacağız demek için bir defa daha alandaydık. Her şeyden habersiz bir arada olacağız düşüncesi ile umut dolu bir gün başlangıcı oldu yine hepimiz için. Ama o umudun yerini kana, ölüme ve gözyaşına bırakması çok uzun sürmedi. Sonra yine aynı ses yine aynı koku ve yine aynı kargaşa katliamın şekli bir defa daha değişmedi. Bir defa daha öldük bir defa daha yoldaşlarımızın yanan bedenlerinin kokusu sardı dört bir yanımızı bu defa daha kanlı daha vahşice geldi ölüm. Devlet tüm zalimliği ile bir defa daha çıktı sahneye. Türkiye’nin başkentinde devletin haberi olmadan kuş uçmaz dersek katilin kim olduğunu anlaması çok da zor olmayacak elbet. Yani kısacası bir defa daha: Katili tanıyoruz katili biliyoruz! Tüm bunları düşündüğümüzde şimdi "ahh bir çocuk olsak yine!" diye başladığımız dönemleri geride bırakalı çok oldu. Çocuk olmak kötülüklerin bize yaklaşamayacağı anlamına gelir “Ahh keşke hep çocuk kalsaydım…” derdik. Bunları düşünürken unuttuğumuz şey ise acının genç yaşlı, çocuk, işçi, emekçi demeden tüm ezilenleri vurduğuydu… Tıpkı Ankarada barış için ölen 9 yaşındaki Veysel gibi o da daha küçücük bir çocuktu. Şimdi anladınız mı devlet ile olan sıkıntımızı? Devlet var olduğu sürece daha kaç bomba göreceğiz bilmiyoruz artık ama bir şeyden eminiz ki devlet yıkılıp yerine ağaç dikecek olursak işte o gün daha özgür, daha mutlu, daha güçlü olacağız; o gün ölümü ve acıyı yasaklayacak yeniden doğacağız!

TUĞBA EKİN

'NE KADAR ÇOK ÖLDÜK 

YAŞAMAK İÇİN.' 

Bazen dilimize bir şarkı sözü ya da bir şiir mısrası dolanır ya ; bu aralar dilimde hep bu sözcükler var. (Hatta birçoğumuzun dilinde. ) 'Durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.' Her doğan güneş yeni ölümlerin habercisi gibi. Aslında biraz düşünen her insan sorar bu soruyu. Niye bu ölümler? 
Aylardan Ekim. 10 Ekim'de barış mitingi yapılacak. Ve elbette ben sindirilmeye, yok sayılmaya çalışılan ; namus adı altında yıllarca katledilmiş, erkçi zihniyetin şiddetine maruz kalmış, her şeyde ikinci plana atılmış bir cinsin bireyi olarak oradaki yerimi almaya hazırlanıyordum. Buzdolabında bekletilen cesetler olmasın diye, barış demek için, ölmeyelim artık kimse ölmesin kimsenin güneşi batıp karanlığa düşmesin diye çıktık yola..Tam da ihtiyacımız olan şey bu değil mi... Bunca ölüm ardından, bunca zulüm,                                                                                                                    bunca gözyaşı... BARIŞ!                                                        
Doktorlar, memurlar, mühendisler, öğretmenler, kadınlar, işçiler, öğrenciler... hepsi'Barış' demek için o gün oradaydı... Ülkenin dört bir yanından barışa yolculuk yapan güzel insanlar... "ne çok özledik gökyüzüne kansız bakmayı " diyerek, gökyüzüne kansız bakma umuduyla bütün güzel insanlar oradaydı. Omuz omuza verip bütün acılara, ölümlere, zulümlere karşı ; birlikte olmanın verdiği güçle, kederi unutup 'Barış' diyecektik.. 
Yolculuklar bitti ve Barış Mitinginin yapılacağı meydana varıldı. Bir grup halay çekiyor 'bu meydan kanlı meydan..' Meydan birden kana bulanıyor. Bu meydan kanlı, tarih kanlı, barış kanlı... Sonra yine o sözcükler çınlıyor kulağımda 'ne çok öldük!' Evet çok öldük. Birden Suruç geliyor gözümün önüne. Onlarda küçük çocukların gülüşüne dokunmak için çıkmıştı ya yola... şimdi barış yolu... Kanlı yollar, ölümler.. Üzerine barış sloganlarının yazıldığı pankartlara sarılı cansız bedenler... Polis saldırısı, biber gazı, faşizm... Barışa karşı ölüm... 
Ne güzellerdi oysa bilseniz. Kimi yeni evli bir çift, kimi anne, kimi baba, kiminin kimsesi yok ama onca insan, o gün Ankara'da 'barış' istediği için gökyüzünde yıldız oldu. 'Yaşamak için' bunca ölümden sonra kimin oturup üzülmeye, umutsuzluğa düşmeye hakkı var.? Adlarını sayamıyorum o kadar çoklar ama cenazelerini gördüm. Öldükçe ne kadar çoğaldıklarını... Doğrusu çoğuna bakmayı yüreğim kaldırmadı ama bir kadın gördüm ki yumruğunu öfkeyle , öfkeyi acıyla bilemiş... Sonra anneler vardı yüreğinde ki acıya umut basmış... Sonra çocuklar var her şeyden habersiz kalabalığa ağlayan. Anlatacağız onlara da bugünleri. Unutmamak unutturmamak için. Umudu bombaladılar sanmayın! Umudu kuşatacak güçleri yok... En çok da ölümsüzleşenlerimize armağanımız olacak barış! Barış halayları çekerken, 'kansız bakarken gökyüzüne' yıldızlarımız selama duracak. Unutmayacak affetmeyeceğiz.! Dilimizden barışı yüreğimizden umudu eksiltmeyeceğiz! BARIŞ diyeceğiz, en çokta şimdi BARIŞ!!!


YELDA UYGUN

“BARIŞ YAZAN PANKARTLARLA ÖLÜ TAŞINAN ÜLKE …”

Kürdistan’da seçim sonrası yaşanan gelişmelerin temelinde Türk-İslam sentezinin ırkçı ve dinci anlayışını benimseyen AKP diktasının 7 Haziranda aldığı yenilgiyi hazmedememesi, Kürt sorununa oy toplama penceresinden bakan bir zihniyetin Kürtlere karşı takınılan 80’li-90’lı yılların tavrını omuzlayıp zulüm boyutuna, sivil katliamlara taşıma gayretinin apaçık bir göstergesidir.
Türkiye’de ilk kez darbe dönemleri hariç bir “ara rejim” yaşanmaktadır. Tıpkı darbe dönemlerinde olduğu gibi parlamenter sistemin vukuatı olan anayasa askıya alınmış hatta bir tek kişinin tekeline alındığını kolayca söyleyebiliriz. Teoride parlamenter sistem başkanlıkla yönetiliyor. Yaşanan bu ara rejimin anayasal statüden yoksun olması aynı zamanda bir sivil darbe niteliğini taşımaktadır. Bu konjonktürden bakıldığında ülkemizin nasıl bir durumda yönetilmeye çalışıldığın vahim durumunu üzülerek görmekteyiz.
Kan akan- akıttırılan bir coğrafyada bir halkın dinmeyen direnişi, haklı mücadelesi yıllardır bir devrim rüzgarını savurmaktadır. Bu rüzgarın en ufak uğultusunda en tatlı uykusundan uyanan onurlu bir savaşı bile göğüslemeyen faşist zihniyet barbarca Kürt halkına, Kürdistan coğrafyasına hunharca saldırmaktadır. 
7Haziran sonrası yaşanan gelişmeleri ve bunun habercisi olmaktan utanan öncesi katliamlara kısaca değinmekte fayda görmekteyim. 

5HAZİRAN/AMED KATLİAMI

Diyarbakır istasyon meydanında HDP’ nin günler öncesinde planladığı büyük çaptaki mitinginde AKP katliamların provasını genç, yaşlı, kadın , çoluk çocuk demeden 4 kişinin hayatını kaybetmesine ve 100 den fazla insanın yaralanmasına göz göre göre sebebiyet oldu. Bu katliam planı açık ve aleni bir şekilde seçim kampanyası içine dahil edilerek HDP yi kriminalize etmek ve Kürdistan’da seçimin iptali hedeflenmekteydi. Hedeflenen kanlı plan insan vücudunu lime lime eden bombalarla gerçekleştirilerek büyük bir korkuyu var etmek istediler. İstekleri insanları öldürmekti, Kürt insanına coğrafyasının başkentinde korku dolu bir mesaj iletmekti. Olay sırasında bir izdiham yaşanmamasına gayret eden bir tavrın sakinliği ve kardeşine-kardeşlerine sarılan Kürt insanın duruşu bir kez daha takdir edilesi olduğunu göstermekteydi. Güzellik uğruna, özgürlük uğruna çirkin savaşların içinde yaşayan yaşamakta olan Kürt halkını artık ölüm korkutmuyor çünkü biliyoruz ki arzu ettiğimiz gelecek yakın. Ha bugün, ha yarın…Geleceğin yaklaşmakta olan sureti düşmanı nasıl da kaygılandırıyor, dehşete düşürüyor…Düşürmeye de devam edecek…

20TEMMUZ SURUÇ KATLİAMI : 

Nasıl anlatılabilir ki bu acı, bu gözü dönmüş vahşetin çığlığını ?
Hangi kelime yeltenebilir ki anlatmaya gülüşlerini 
bırakarak giden yoldaşlarımızı ?
Çocuklara umut olmaya giden yaşamları…
İfade hazırlanan her bir cümle boğazımda düğümleniyor
Anlatmaya ne halim var ne de gücüm
Amara’da bir araya gelen binlerce düşün yasını değil intikam ateşini taşımaktayım şimdi…
Bu kez susarak acının çırpınışını anlatmak niyetindeyim.
Tarih 20 Temmuz Kobane’nin yeniden inşası için Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde bir araya gelen yaklaşık 300 kişilik sosyalist-devrimci gençlerin arasına canlı bombayı koymayı amaçlayan devlet taşeron örgütünü devreye sokarak gezinin direniş ruhunu sahiplenen bu gencecik umutların Kürt özgürlük mücadelesiyle birleşme arzusuna ket vurmak ve kan görmek arzusunu tatmin etmek amacıyla 33 canımızı, yoldaşımızı, kardeşimizi katletti.
Acılarımızı bir nebze bir kenara koyup katliamla bize verilmek istenen mesajı doğru algılayıp bu yönde eylemlerimizi gerçekleştirmeliyiz, yoldaşlar: Suruç katliamıyla beraber (öz)güvenliğimizin devlet tarafından sağlanamayacağı bize ölü bedenlerle mesajı verilmiştir. Bu durumun neticesinde (öz)güvenlik sorunun çözümünü ciddi bir şekilde ele almak zorundayız. Tıpkı Kürdistan’da halkın öz direnişe geçtiği, öz savunmada yer aldığı gibi biz devrimci gençler olarak mücadele sahalarımızda öz savunmalarımızı sağlamak gerektiği kanısındayım. İnanıyorum ki bizler bunu yapabiliriz. Kendi güvenliğimizi öz gücümüzle, öz irademizle ve öz bilincimizle koruyup gelecek nesillere öncülük edebiliriz. 

25TEMMUZ ve SONRASI:

Bu tarihten başlanarak Kürtlere karşı takınılan imha tavırların yeniden sahnelendiği medya savunma alanlarına yönelik saldırıları görmekteyiz. Amed’ten F16 uçakların aralıksız uçuşa geçtiği manidar olmakla beraber hükümetin yıllardır kendini inandırdığı kandili yerle bir edeceğiz rüyası küme düşmekteydi.
PKK kampı olarak TSK’nın açıkladığı sivil insanların yaşadığı Zergele köyünde acımazsızca bir katliam gerçekleştirilerek sivil kaybını artırdılar. Ölümlere yeni bahaneler, yeni sayılar ekleyerek yaptıklarını hafifletmeyi çabaladılar, lakin faydasız… ölümün bahanesi olamaz.

GÖZALTI OPERASYONLARI ve ÖZ YÖNETİMLER:

Demokratik siyasete karşı direnen, özgürlük isteyen Kürt halkına karşı yapılan birçok gözaltı operasyonları ve tutuklamalar şunu alenen gösteriyor ki bu bir tasfiye politikasıdır, Kürt halkın tasfiyesidir. Kürt özgürlük mücadelesinin yasal yollarını tıkamak arzusunu taşıyan hükümet seçilmişleri atanmış kişiler tarafında görevden alarak bir halkın iradesini yok sayarak hiçleştirmektedir. Hükümetin bu tür tavırlarına karşı Kürdistan’ın birçok yerel yönetimlerinde öz yönetimler ilan edilerek aslında bir halkın kendisini kendi öz iradesiyle yönetmek istediğini kamuoyuna duyurarak meşru bir zeminde ifade etmek istedi. Şırnak, Yüksekova başta olmak üzere Muş’un Varto ve bulanık ilçesinde, Diyarbakır bağlarda, Silvan’da, Nusaybin’de ve birçok yerelde öz yönetimler ilan edildi.

SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI ve SİVİL ÖLÜMLER :

Diyarbakır merkez ilçesi Sur’ da aralıksız 5 gün süren, Şırnak-Cizre’de 9 gün süren abluka ve katliam ve Beytüşşebap’ta yaşanan askeri kuşatmalar, Mardin Dargeçit ve Nusaybin ilçelerinde günlerce devam eden sokağa çıkma yasakları hükümet tarafından seçimin faturasını Kürt halkına sivil ölülerle ödetmek istenen gerçekliği…Yıllardır Kürt halkına ölümü reva gören 12 eylül askeri darbenin mantığıyla kuşanan faşist zihniyetin Kürdistan’da 7 Haziran’da erimeye başlamasın hazmedilememesi …
İHD’nin 24 Temmuz-8 Ekim tarihleri arasında yaşanan hak ihlallerine ilişkin raporuna göre sivillere yönelik saldırılarda 113 sivil yaşamını yitirdi. Bununla beraber sadece 4-12 Eylül tarihlerinde Cizre’de 43 sivil (çoğunluğu kadın ve çocuk ) yaşamını yitirmekle beraber buzdolabına kaldırılan-gömülemeyen anlatmaya yüreğimin dayanamadığı savaş hukukuna aykırı uygulamalar/psikolojik yıpratmalar belki de ölümlerin yanında hafif kalıyor. Bir harabe dönene Cizre’nin yaşadığı acıyı kelimelerim anlatamaz yalnız bir fotoğraf, bir ananın zılgıtı/çığlığı anlatabilir. Hele ki bir fotoğraf doğrudan zihnimizi hedef alır ve öylece hatırlanır her daim tıpkı bir annenin çocuğunun cesedini buzla örtmeye uğraştığı o capcanlı kadraj…ah nasıl dayanılır bu vicdan…

İNSANLIK SÜRÜNÜYOR

Görebiliyor musunuz kaybolmakta olan insanlığı 
Yerde sere serpe kanlar içinde sürüklenmekte olan insanlığımızı
Ölüden hıncını çıkarmak : nasıl bir rezalet bu 
Ölü bir bedenden bu kadar mı korkuyorsunuz ?
Vicdanlarınızı çirkin savaşlarınızda yitirdiniz ve biz artık düşman bile olamayız…
Şırnak’ın sokaklarında insanlık sürükleniyor küfürlerle, yılların birikmiş öfkesiyle. Ekin Van yoldaşın bedeninin çıplağında kendini, kirlenmiş zihniyetini teşhir eden faşist, gerici devlet bakmaya doyamadığımız bir yoldaşımızın cansız bedeni 28 kurşunla vicdansızca deştikten sonra bir zırhlı araca bağlayarak sürükledi. Durmadan sürükledi bizi, hepimizi, tek gerçeğimiz olan insanlığımızı…barış diyen çığlıklarımızı kana bulandırarak sürükledi ve suskunlaştırılmaya çalışılan vicdanlarımıza bir intikam daha eklendi.

FELEK YILMAZ


 ERKEK DEVLETİN KARDAN KADINLA İMTİHANI

Tarih, yıllardır kadına yüklenen toplumsal rollere ve onun doğurdugu baskılara tanık olmuştur. Toplumda kadına yakıştırılan/yakıştırılmayan rollerle birçoğumuz karşı karşıyayız. Her ne kadar anayasada kadın erkek eşitliği ile ilgili vurgulara rastlansa da bu kadarının bile toplumsal yaşamda yansımasını görmek mümkün değildir. Biz kadınlar, özgür kadın olarak yaşamak isterken, toplumsal cinsiyet normlarına göre bizlere dayatılan kadınlığı yaşamak durumunda bırakılıyoruz. Ve biz kadınlar okulda, işte, mahallede, evde toplumsal baskılara maruz kalıyoruz.

 Erkek-egemen kapitalist sistem, biz kadınların topluma katılmasından o kadar sıkılmış olmalıdır ki daha geçtiğimiz günlerde Nurhak'ta kardan kadın heykeli ile fotoğraf çekinen Eğitim-Sen üyesi ögretmene çekildiği fotoğraf "toplumun değerlerine aykırı olduğu" gerekçesi ile soruşturma açılmıştır. Çünkü toplumun aklı, değeri, "erkek" tir ve orada kadınlara yer yoktur. Kadınlar cinsiyetçi ayrımlar ile yıllardır eziliyor ve bu toplumsal cinsiyetçi yaklaşımlar bizlere çok küçük yaşta ögretilmeye başlanıyor. Bize okulda okutulan ilkokul kitaplarında da görüyoruz ki, anne kızı ile mutfakta zaman geçirirken, baba oğlu ile televizyon izliyor ve buna benzeyen birçok cinsiyetçi örnek ilkokul, ortaokul ve lise kitaplarında bize "normal" olarak sunuluyor. 

Eğitim de "normal" olarak sunulan cinsiyetciligin yanında burjuva medya da bu cinsiyetçi söylemlerden geri kalmıyor elbette. Yukarıda verdigimiz örnek gibi baba-oğul televizyon izlerken anne-kızın mutfakta olması izlediğimiz filmlerde, dizilerde de çok sıkça görülüyor ve "normal" algısı pekiştiriliyor. Erkek egemen kapitalist sistem "kardan adam" tabirine o kadar alışmıştır ki kardan kadın heykeli ile fotoğraf çekilen öğretmeni yargılamak gerektiğine karar vermiştir. Yargılama kararlarının nedeni erkek olan dillerine, kadın aklı olan alternatif bir dil sunulması ve yüzyıllardır ezilen cins olan kadının kadın aklını keşfetme korkularıdır aslında. Bu kararlar, yargılamalar hiç de istisna (bunun yerine tesadüf mü desem bilemedim) değildir o yüzden. Biz kadınlar ise "bizden adam olmaz!" diyerek okulda, işte, meydanlarda, sokaklarda, toplumda eşitlik ilkesini kabul ederek ve ilkel yaklaşımları redderek mücadelemize devam ediyoruz edeceğiz! Hepimiz kardan kadın olup erkek egemenliğin korkulu rüyası olacağız !

Yakında

Dil: İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban(TDK)
Çevrede başlayan, eklenen, biten binlerce şey var, her an. Bir rüzgâr eser, “Rüzgâr esti…” denir. Hızlı eser,  “of!” denir, yavaş eser, “tüh!” denir.
Bir adam bir kadını öldürür, cinayet denir.
Bin adam, bin kadını öldürür, katliam denir.
Biri çıkar, “Öldürdüm, çünkü öldürebiliyormuşum, yeni öğrendim.” derse, nutku tutulur geri kalanın.
İnsanız hepimiz, bir dünyanın üzerinde kimimiz aşağısında kimimiz yukarısında dönüp durmaktayız. Aynı rüzgâr sarıyor hepimizi, çoğumuzu aynı güneş yakıyor. Ancak bir yandan, güneş ve rüzgâr için –iyi kötü zayif güçlü güzel çirkin!- denebilecek ne kadar farklı şey varsa, o kadar da farklı insanın var!
Dil, bizim ifade biçimimiz. Bu yüzden müthiş derecede önemsiyoruz ve birbirimizi olabilecek en yalın şekilde anlamak için muazzam bir çaba gösteriyoruz. Ancak her ifade, isminden mütevellit, ifade etmektedir ardında nasıl bir fikriyat, nasıl bir düşünce barındırdığını.
-Bu yüzden bu topraklarda, senelerce şarkısı bile yasaklanan diller olmuştur. İfadesinden korkulmuştur.-
TDK, Türkiye için, devletin dili demektir. Sosyolojik araştırmalar zahmetine pek girmeyen, onlarca senedir bir etimolojik sözlük bile üretememiş paslı ve çoğunlukla işlevsiz olan bu kurum, devlet ile halkın aynı dili konuşmasını, aynı sözcüğü yazınca aynı karşılığı bulmasını sağlar.
Devlet “kötü kadın”a orospu der, “kötü adam”a film karakteri. “Müsait”, devlet için kolayca flört edilen kadındır. Ona aslında her şey “müstehak”tır amasevgili devletimiz, müsaitte karar kılmıştır. Serbest için de keza, durum aynıdır. Kadın kelimesinin anlamlarından biri için “hizmetçi bayan” denmektir! TDK başkanı konu için, “…eskiden kalmıştır, yanlışsa düzeltiriz” diye açıklama yapmış. Kelimeler mi kalmış sadece eskiden?
Aslında biz kadınlar, bu devletin gözünde de, ataerkil programlanmış ve devlet tarafından pohpohlanmış erkeğin gözünde de kadrimizin kıymetimizin farkındayız. Ağzımızı açınca“potansiyel tehdit”, öldürülünce “erkeğini katil eden”, “Hayır!” deyince “ağır tahrik” bütün kadınlar bu ülkede. Erkek adalet; her köşesini, her kararıyla, kadın kanına bulamakta bu toprakların.
Bu kadar saçmalığı izah etmek de devletin “diline” düşerse, böyle saçma sapan sözlüklerdeki aşağılayıcı sözcüklere bakarız, uzun uzun. Öfkemiz perçinlenir. Ve sesleniriz buradan yetkili mercilere: “Buyurun, müsaitiz, serbestiz; bazılarımız iyi, bazılarımız da kötü kadın hatta. Gelin, gelin; bir şey değil daha bu kızıl sopalar. Alaşağı ederek her kelimenizi ve ardındaki her korkunç fikrinizi, hep birlikte hakkınızdan geleceğiz nasılsa. Yakında.
Cansu Yumuşak 

Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.




Ve Kadın Silahlandı


Tarih tam da böyle yazacak içinden geçtiğimiz süreci. Erkekler kadın kırımının tarihini yazdı çok uzun zamandır ve yazmaya da devam ediyorlar. Peki ya kadınlar? Kadınlar artık direnmenin tarihini yazıyorlar. Ve direnişin adının, ‘öz savunma’nın tarihini.
Unutmadıklarımız var bu zamanlarda. Geçen yıl 8 Mart arifesinde katlettiler İstanbul Üniversitesi öğrencisi, 21 yaşındaki Özge Gündoğan’ı. Ve bu yıl yine 8 Mart arifesinde katlettiler Özgecan Aslan’ı. O da 20 yaşında, Çağ Üniversitesi öğrencisiydi. Şimdi Özgecan’ı kaybetmenin acısı ve öfkesi var kadınların yüreklerinde. Ve elbette çözüm arayışları var. Özgecan’dan sonra bir şeyler değişti buralarda. Evet kadınlar hep katledilirdi ama Özgecan örgütledi bu isyanı. Nasıl mı? Mesela bugün Özgecan’ın örgütlediği isyan sonucu bir kadın artık bıçak taşımaya karar verdi yanında. Özgecan’ın da biber gazı vardı, tırnakları vardı ama kurtaramamıştı kendini diyebilirsiniz ama yanına bıçak alan bu kadın kurtuldu. Kendine saldıran erkeği yaraladı ve kurtuldu. İşte bu Özgecan’ın örgütlediği isyanın bir sonucudur.
Özgecan’ın örgütlediği üzüntü, öfke ve isyan kadınlara ‘öz savunma’yı tartıştırır oldu. Öz savunma deneyimlerini tartışmak ve yeni deneyimler türetmek, sürecin getirdiği doğal zorunluluklardandır. Hele ki idam cezası talepleri, tartışmaları sürdürülmek istenirken başka bir yolun çizilebileceğini anlatmak gerekiyor. Bu ülkenin adalet terazisinin kadından, ezilenden yana değil, erkekten, ezenden yana döndüğünü hatırlatmak gerekiyor mesela. Canına tak eden kadınları anlatmak gerekiyor belki de. Canına tak eden ve öz savunmaya başvuran kadınları anlatmak gerekiyor. Mesela tecavüzcüsünü cezalandıran Nevin Yıldırım’dan bahsetmek gerek ve erkek adaletin işleyişinden. Tecavüzcüsünü cezalandıran Nevin Yıldırım için ‘tasarlayarak canavarca hisle kasten adam öldürmek’ten ‘ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası’ istiyor mevcut erkek adalet sistemi. Nevin, binlerce örneğin en çarpıcılarındandır ancak tek de değildir. Peki ya mahkemedeki fotoğrafıyla, annesine veda mektubuyla zihinlerimize kazınan, İran’da kendisine tecavüz girişiminde bulunan eski bir istihbaratçıyı öldürdüğü için idam edilen 26 yaşındaki Reyhaneh Jabbari?

“Ben Phoolan Devi!”
Kendisine tecavüz eden köyden intikam aldıktan sonra megafonla tüm köye haykırır.
Nevin gibi Reyhaneh gibi binlerce kadın var tek başına direniş sergileyen. Peki hep söylemez miyiz örgütlü güç olmanın gerekliliğini. O zaman biraz uzaklaşalım buralardan, Hindistan’a doğru yol alalım. Phoolan Devi’yi, nam-ı diğer ‘Haydutlar Kraliçesi’ni analım önce. Bireysel direnişi örgütlü mücadeleye dönüştürmenin temsilcilerindendir Phoolan Devi. Bir çocuk gelindi, dağlara çıktı, Hindistan'dan sık sık duyduğumuz toplu tecavüz haberlerinden birinin mağduruydu Phoolan ve mağdur olmama kararını aldığı gün değişti her şey. 11 yaşındayken 33 yaşındaki bir adamla evlendirildi, kocasının taciz ve tecavüzüne uğradı, kocasından defalarca kaçtı, Hindistan’ın en alt kastlarından birine mensuptu, kendisi gibi alt kasttan insanların oluşturduğu bir çeteye katıldı, bir köyün tecavüzüne uğradı, kendi çetesini kurup intikamını aldı. ‘Diğer insanların suç dediklerine ben adalet diyorum’ diyordu Phoolan. Tarihe ‘Haydutlar Kraliçesi’ olarak geçti, devlete sunduğu şartların kabul edilmesi sonucu teslim oldu ve 11 yıl cezaevinde kaldı. Cezaevindeyken rahim kisti ameliyatı oldu ve gerekli olmadığı halde rahmi alındı. Açıklamasını ameliyatı yapan doktor şöyle yaptı: ‘Phoolan Devi’nin yeni Phoolan Devi’ler doğurmasını istemiyoruz.’ Hindistan halkı Phoolan’ın direnişine ses verdi, cezaevinden milletvekili seçildi. Hindistan’ın kast sistemine bir başkaldırıydı Phoolan’ın yaşamı ve egemenler bu kast sistemine karşı çıkışın örgütlenmesine, hele ki bunu bir kadının örgütlemesine izin veremezlerdi. 25 Temmuz 2001’de 38 yaşındayken maskeli 3 erkek tarafından evinin önünde katledildi.
“Buralarda kimse bize yardım etmiyor. Devlet görevlileri ve polis yolsuzluğa batmış durumda ve yoksullara karşılar. Bu yüzden bazen adaleti kendi ellerimizle sağlamak zorundayız. Diğer zamanlardaysa zalimleri teşir etmeyi tercih ediyoruz.”
Sampat Pal Devi – Gulabi Gang lideri
Phoolan’ın açtığı yoldan ilerleyen Hindistanlı kadınlar, kadın öz örgütlülüklerini yarattılar. Pembe elbiseleri ve uzun sopalarıyla Gulabi Gang(Pembe Çete) yükseltti öz savunma hattını. 2006 yılından beri bu mücadelenin içerisinde pembe çete. Hindistan’ın kuzeyinden yükseliyorlar. Kendi tanımlarıyla ‘ataerkil kültürün, sert kast bölünmelerinin, aile içi şiddetin, çocuk işçiliğinin, çocuk evliliklerinin ve başlık parasının’ en yoğun olduğu bölgelerden birinden yükseliyorlar. Kurucusu Sampat Pal Devi ‘Bizler kelime manasıyla bir çete değiliz, bizler adalet için bir çeteyiz’ diyor. Gulabi Gang tahıl dağıtımının düzgün yapılmasını, nüfus cüzdanı olmadığı için yaşı hesaplanamayan yaşlı dullara maaş ödemesi yapılmasını, kadın ve çocukların tacizden korunmasını öncelikli görev olarak koyuyor önüne. Bu hedefler doğrultusunda, adaleti kadın eliyle getirmek için her yolu kullanmaya hazır Gulabi Gang.  Bugün Gulabi Gang, 20,000’den fazla üyeye ve Paris’te bölgesel bir derneğe sahip.Kadın olmanın en zor olduğu ülkelerden biri olan Hindistan, Gulabi Gang ve benzeri hareketler sayesinde en büyük kadın direnişlerinin, kadın öz savunma gücünün ülkesi haline geliyor.

“Korku mu? Asla! Her zaman bizim üzerimizde baskı kurdunuz. Artık bizi korkutamazsınız. Bizi kışkırttınız! Şimdi mücadele zamanı!
Artık silahlarımız ve medya araçlarımız var. Maçoları kendi silahlarıyla vuracağız!”
Silahlı Çılgın Kevaşeler Kolektifi video açıklamasından

Avrupa’da da yükselen hareketler de var elbette. Ellerinde silahlar ve türlü kesici aletlerle bir video çeken, Sevilla kentinde gerçekleşen çeşitli protestoları üstlendiklerini duyuran ve erkek egemenliğine ‘Maçoları kendi silahlarıyla vuracağız!’’ diyerek meydan okuyan Silahlı Çılgın Kevaşeler Kolektifi’ni de not düşmek gerekir elbette buraya. Yayınladıkları videoyla kadın mücadelesinin radikalleşmesi çağrısını yapan kadınların peşine devlet düşmez mi? Elbette düşer. İspanyol İç İşleri Bakanlığı videonun yayınlanmasından kısa bir süre sonra yayınlayanların bulunması için hemen hareketi geçti.

Öz savunma diyince Ortadoğu’dan direnişi yükselten Kürt kadınları gelir hemen akla. Köyleri yakılan, yıkılan, erkek devlet eliyle tacize, tecavüze uğrayan, katledilen Kürt kadınları gelir. Ve onların bütün bir kadın mücadelesine örnek direnişleri. Kürt kadınları bu coğrafyanın ilk öz örgütlülük deneyimlerini yaşayanlardır aynı zamanda. Eskiye sırt çevirip yeniye koşmak için yüzünü dağlara dönen genç kadınların gerillaya kabul edilmediği, edilse dahi ellerine silah verilmediği, dağlarda dahi toplumsal kadınlık rollerinin getirisi işlere koşturdukları dönemden cins bilinciyle kuşanmış bir kadın ordulaşmasına yürüyen Kürt kadın hareketini belki çok daha uzun incelemek gerekir. Ama gelin biz son dönemde bu hareketin devamcıları olan öz savunma kuvvetlerine bakalım.

“Tecavüz kültürünü iliklerine kadar yaşayan erkek karşısında tek çıkış yolu örgütlenme ve öz savunma mekanizmalarını devreye koymaktır”
YPJ Komutanı Meryem Kobane

Rojava’daki devrimi kadın devrimi yapan, Rojava’daki kadın birliği YPJ’ye dönelim yüzümüzü. Rejim güçlerinin baskılarının dinmediği yerdi Rojava, iç savaş süresince de cihatçı çetelerin gözünü diktiği yer haline geldi. Feodalizmle boğuşan kadınları bir de savaş bekliyordu. Gerillada cins mücadelesi veren kadınların birikimlerinin Kürdistan’ın kuzeyinden batısına yol alması oldukça hızlı gerçekleşti. Kadın öz savunma gücü olan YPJ (Yekîneyên Parastina Jinê) yani Kadın Savunma Birlikleri yükseldi Rojava’dan. DAİŞ çetelerinin kadın kırımına karşı verilen mücadelenin de bölgede hakimiyet sürdüren kadına kör zihniyete karşı mücadelenin de adı oldu YPJ. Bugün YPJ’nin 18-40 yaş aralığında 7.000’den fazla savaşçısı var. 18 yaşın altındaki katılımlarda ise kadınlar eğitim alıyor ancak savaş hattına gönderilmiyor. YPJ kendi eğitimlerini kendi üstleniyor, savaş hattında ise YPG’yle omuz omuza çarpışıyor. YPJ 2012’den beri varlığını sürdürüyor. Rojava Devrimiyle doğdu ve onu kadın devrimi haline getirerek Rojava Devrimiyle yükseliyor. YPJ’nin verdiği mücadelenin göz alıcılığı Avrupa’daki burjuva kadın dergilerini dahi etkiledi. Marie Claire, Elle gibi dergiler kadın mücadelesinin bu militan yüzünü görmezden gelemediler ve haberleştirdiler.

"Özgecan'ın katledilmesi vahşi erkek zihniyetinin ne boyuta ulaştığını gözler önüne serdi. Eğer her hangi bir kadına en ufak bir yöneliminiz olursa, karşınızda nerden çıktığını bile anlamadığınız, kadın timlerimizi bulursunuz. Başınıza geleceklerden biz sorumlu olmayız. Çünkü öz savunma en temel canlı hakkıdır. Bizde insan olmaktan gelen bu hakkımızı kendimiz ve tüm kadınlar için kullanacağız"
Amed YDG-K Arin Mirxan Kadın Savunma Timi

Özgür dağlarda ve Rojava’da büyütülen öz savunma hattı buralarda sınırlı kalamazdı, kalmadı da. Şehirlerde kadına yönelik şiddet, asimilasyon ve yozlaşma gün be gün büyürken genç kadınlar harekete geçti ve YDG-K işte bu koşullarda doğdu. YDG-K yani Yurtsever Devrimci Genç Kadın Birliği şehirlerde kadın öz savunmasını çatı örgütü olarak tanımladığı YDG-H’ın (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) bir birimi olarak sürdürüyor. YDG-K 1 Haziran 2013’te kuruluşunu ilan ederken gerillanın 1 Haziran 2004’teki atılımından aldıkları ruhla ve Paris katliamının doğurduğu öfkeyle yola çıktıklarını duyurmuştu. Şimdi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın kentlerinde genç kadınların militan mücadelesini yükseltiyor YDG-K.

“Şimdi size harika bir ürün tanıtmak istiyorum. Elimde gördüğünüz bu mor iğne paslanmaz çelikten olup, nikel-krom alaşımlı olup, 7 cm uzunluğundadır. Üzerinde bulunan mor kurdele tüm giysilerinizle kullanabileceğiniz bir aksesuar görünümündedir. Bu şık aksesuarın aynı zamanda size sarkıntılık edenlere karşı savunmanızda bir araç olduğunu şimdi size göstereceğiz. Hareket şu.. Hiç acımadan batırın, korkmanıza gerek yok, tetanos yapmaz.”
(2 Kasım 1989’da Kadıköy-Karaköy vapurunda okunan Mor İğne Kampanyası’nın başlangıç metninden)
90’ların başlarında metropollerde kadınların yakalarından, çantalarından sarkan mor iğneler vardı. Neydi bu mor iğneler? Mor İğne Kampanyası Türkiye’de feminist hareketin başlattığı bir kampanya ve  'şiddetine, tacizine sessiz kalmıyorum' demenin bir yoluydu. Tacize mi uğruyorsunuz, bir erkeğin o çirkin bakışları mı üzerinizde, çıkartıp saplıyorsunuz mor kurdeleli iğnenizi. Kadınların tacize ses çıkartabileceğini ve kendi öz savunma biçimlerini ortaya koyabileceğini gösterdi mor iğneler.

"Artık erkek tacizine şiddetine karşı meşru savunma haklarımızı kullanacağız.Tacizciler ve tecavüzcüler kızıl sopalarımızın şerrinden kurtulamayacaklar.”
(Antep’te bir tacizcinin cezalandırılmasıyla gerçekleşen Kızıl Sopalılar eyleminden sonra yapılan açıklamadan)

Mor iğnelerden bugüne uzanan öz savunma mücadelesinde Kızıl Sopalar boy göstermeye başladı bir de. Bu sefer sosyalist kadınlar tacize, tecavüze, şiddette sessiz kalmayacaklarını kızıla boyadıkları sopalarıyla sokak başlarını tutacaklarını duyurdular. Dersim’de, Antep’te tacizcilerin bedenlerine inen kızıl sopalar Kadıköy’de, İzmir’de, Antalya’da, ODTÜ’de ve daha bir çok yerde eylemlerde kadınların ellerinde. Kızıl Sopalar artık kadınların mağdur değil, öfkeli olduğunun en somut göstergelerinden ve öz savunma mücadelesini Türkiye ve Kuzey Kürdistan kentlerinden yükseltmenin bir başka adı, yöntemi.

Kadın öz savunma güçlerini büyütmek ve çeşitlendirmek elbette kadın hareketinin öncelikli görevlerindendir. Artık korkan, saklanan değil, elde silah savaşan kadınların portresini çizmenin, Kızıl Sopalı Kadınlarla sokak başlarını tutmanın vaktidir.
Fatma Edemen
* Özgür Gençlik Dergisi'nin 16. sayısında yayımlanmıştır.



Bardaktan Taşan Damla


Ülkenin sokaklarında çığlıklar yankılanıyor günlerdir: isyankar çığlıklar, öfkeli çığlıklar, üzüntüden aklını yitirmek üzere olan çığlıklar ve -aslında geleceğini herkesin bildiği ve beklediği- fesat fısıltılara lanet okuyan çığlıklar, binlerce kadının ağzından sokaklara ve parmak uçlarından klavyelere dökülmekte. Nicedir böyle birlik olmamıştık, hep beraber bu kadar öfkelenip, bu kadar ayaklanmamıştık kadınlar olarak.
Haberi aldığımda derin bir iç çektiğimi anımsıyorum. Genç bir kadın daha, erkek şiddetine uğramış ve onların elinde vahşice öldürülmüştü. Bu ülkede, gitgide biriken bir çetele tutmaktadır her kadın gizliden gizliye; içinde yığılmış, birikmiş, düğüm düğüm olmuş bir öfkeye ta en dipten çekerek ipi, bir ilmek daha eklemektedir her haberde. Her düğümün bir yaşamı, bir öyküsü vardır gerisinde. Bambaşka renklerdeki onlarca kadını kırmıza bulayıp kanlı bir tarihe ekleyen erkeklere ve erkekliğe inat, kadınlar, her ölümü öyküsüyle bilir, rengiyle tanır ölümlerle anılan her kadını.
Aklına gelen var mıdır bilmem – yoksa ben mi pek fesadım, onun da hesabını yapacak değilim.  Özgecan'ı duyduktan sonra, onun için çığ gibi yükselen tepkileri an be an izlerken ve bu sese kendi sesimi de katarken duraksadım ben, düşündüm: Neredeyse her gün, birbirinden vahşice cinayetlere kurban giden bunca kadını görmemiş miydik ki? Çünkü biliyoruz, maalesef zaten uzun bir çığlığa dönüşen feryadımıza yeni bir nida oluyor aldığımız her ölüm haberi, ancak daha önce ne olmamıştı da bu kadar kalabalık olamamıştık? Özgecan'ı burnu kesilen, asitle yakılan, cinsel organı parçalanan, tecavüze uğrayan, sokak ortasında bıçaklanan, kurşunlanan onlarca kadından ayıran ne idi acaba?
Galiba, biri oldukça karamsar, biri de tam aksine umut dolu iki yanıt buldum bunlara kafamda. Birinciden ölesiye korkuyorum ve ikinciye tüm kalbimle inanıyor ve sığınıyorum.
Birinci yanıt, sanırım en çok korktuğum olduğu için en başta düştü içime. Yahu korktum, Özgecan, acaba çok “makul bir şekilde”, “suçsuzca” öldüğü için mi yüceltilmekte? Aile bireylerinden birinin elinden çıksaydı bu cinayet, yine böyle bir tepki koyabilecek miydik? Ya sevgilisi, kocası olsaydı? Özgecan'ın mini etekli, elbiseli olduğu haberi yayılsa ya da ne bileyim daha neyden tahrik oluyorsa bu su katılmamış dürtülerinin ardına sığınan güçsüz, insanlıktan nasibini almamış, faşist pislikler, yine böyle tam kadro göğsünü gere gere sahiplenecek miydi onca kadın Özgecan'ı? Kuzenlerinin tecavüzüne uğrayip hamile kaldığı için karnındaki bebekle öldürülen bir kadından Özgecan'ı ayıran neydi? Cinayetin vahşeti desek, denir mi bilmiyorum, hangi cinayet vahşi değil ki? Öte yandan, günlerce tecavüze uğruyor bir kadın bu ülkede, üstüne bir de tehdit ediliyor, kimisine tornavidayla kimisine pompalı tüfekle saldırıyor bu insan müsveddesi erkekler, her gün dayak yiyip, her gün işkence görüp kendini yine de o eve girip o tokadı, o küfrü dinlemek zorunda hisseden bilmem ki ne kadar kadını şahsen tanıyoruz her birimiz, değil mi? E o zaman neredeydi ki bu bin'ler? Bu soruya bir yanıt arıyor olmaktan dahi içim huzursuz. Bu korkuları bu paragrafta bırakıp, umudu yazmak istiyorum.
Yahu belki de bardak taştı, değil mi! Belki de kadınlar, her yerde pembeli kırmızılı kalplerle kimin malı kimin sevgilisi oldukları ve kimin kendilerinin “kullanım hakkını” bir hediye karşılığı talep edeceğini tarifsiz sıkıntılarla beklerken bu haber bardağı taşırdı belki? Belki de gerçekten kadınlar artık susmayacaklar, susmayacaklar, susmayacaklar! Zaten sosyal medyadaki bu cinayete kulp arayan burada ismini geçirmeye lüzum olmayan nice yayın organı / ünlü / “düşünür” / twitter fenomeni aldığı boyutu ve şiddeti oldukça yüksek tepkilerle geri adım atmak zorunda bırakılmadı mı? Kadınlar, meydanları zapt etti yahu sonuçta, Güvenpark'a yüzlerce kadın yığıldı, polisin suratına haykırdık hep beraber “Kadınlara değil katillere barikat” dedik, Özgecan'ın katili kadına yönelik şiddeti besleyen nefret söylemlerini köpüklü ağızlarından saça saça haykıran devlet erkanıdır dedik, ahlakınız batsın, korkmuyoruz, isyandayız, geceleri, sokakları, meydanları istiyoruz, sizin adaletinize inanmıyoruz biz, adaleti kadınlar sağlayacak dedik, öz savunma değerlerini yükselttik. O meydandaki her kadın, hepsinden tek tek eminim, Özgecan'ın bu olaydan bir şekilde sağ kurtulsa, o minibüsten kaçabilse, o  adama biber gazı sıktığı ve yüzünü tırmaladığı için savunmasının isteneceğini adı gibi biliyordu, çünkü erkek adalet bunu emrederdi! Öfkemiz ortaktı, inancımız yalnızca kendimizeydi, ve kederi aşıp isyana sarılmaktaydık, beraberdik.
Galiba şuna varacak: Kendi rengiyle, kendi öyküsüyle ve bize emanet ettiği mücadelesi ve öfkesiyle, Özgecan daima aramızda olacak. Bu ülkede baskı altında, tıkanmış, zorla soluk almaya çalışarak yaşamaya çabalayan ne kadar kadın varsa bir o kadar kadının da hayaleti var aramızda, hesaplarının sorulmasını bekleyen. Bu kadınlar, o erkeklerin kurallarına uymadıkları için, başkaldırdıkları için öldürüldü. Onların yaşamının, hayallerinin ve belki de umutlarının ağırlığı bizim her adımımızda, her soluğumuzda, her göz yumup açışımızda olacak, olmaya devem edecek. Özgecan, zincirin bilinen son halkası, öfkenin doruğu, bardaktan taşan damla, bir kadının cebinde, elleriyle ara sıra yokladığı bir gaz spreyi, birinin elinde mahalle arasında devriye atan bir kızıl sopa, birinin IŞİD'e doğrultulmuş namlusunda sabırsızlanan kurşun…
Ne demiş Pelin Temur, -ne güzel demiş bir de- Bernarda Alba'nın Evi'nin uyarlamasında? :
    “Kadın doğmak cezaların en ağırı. Ellerimiz, saçlarımız, gözlerimiz bile bizim değildir. Birimizin başına gelen, hepimizin başına gelecektir. Alışmayacağım! Alışmayacağım!”
Cansu Yumuşak

Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.



Bir Kadın, 3 Erkek, Tek Devlet

Normal olduğunu sandığımız sabahlara uyanıyoruz hepimiz. Normal düzeninde geçiyor günler. Kahvaltılarımızı yapıyor okula gidiyor, akşamları minibüslere biniyoruz. Sonra her gün aramızdan üç beş tanesi bu normallikten dışlanıp tecavüze uğruyor öldürülüyor.  Kalanlar bir gün tecavüze uğrayabilecekleri katledilecekleri ihtimaliyle devam ediyor yaşamaya. Peki nereye kadar? Ne zaman bitecek? Yaşadığımız bu sistemde hiçbir günün normal olmadığını anladığımızda bitecek. Tecavüze uğrayan her kadında tecavüze uğradığımızı, öldürülen her kadında biraz daha öldüğümüzü fark ettiğimizde bitecek. Kadınlar sözü aldığında; hep bir ağızdan bitti dediğimizde bitecek.
Binlerce kadının  aklından geçiyor. Binlercesi niyetleniyor. Pek azımız ses çıkarıyor pek azımız dillendiriyoruz. Ama bir gün yine bir tecavüz ve katliam haberinde öfkelerimiz birleşiyor. Artık yeter diyoruz. Her yaştan her kesimden kadın bu isyanı büyütüyor sokaklara akıyor. Ve meydan da bir kadın daha bağırıyor:
''Gerekirse silah da alırız. Gerekirse devlete de karşı geliriz. Değiştiririz!''
Gerekiyor. Gerektiğini anladığımızda değişmeye başlayacak her şey. Özgecan da bizden birisiydi. 20 yaşında psikoloji öğrencisi .O da aynı ihtimallere açtı gözünü. Sütünü içti, harçlığını aldı akşam 8 ‘de evde olacağını söyledi ablasına. Okula gitti eve dönerken bir arkadaşıyla minibüse bindi. Arkadaşı ineceği durakta indiğinde otobüste başka kimse kalmamıştı. Tecavüze uğradı. Defalarca kez bıçaklandı. Ölmediği için başına levye ile vuruldu. Tırnaklarıyla tecavüzcüsünün yüzüne direnişinin izlerini bırakmıştı. Bedelini cansız bedeniyle ödedi. Elleri bileklerinden kesildi. Cesedi tanınmasın diye yakıldı. Bir çöplüğe, cin deresine atıldı. Okumaya bile dayanamadığımız bu katledişin aşamaları ise bize pek çok şeyi hatırlattı.
İşkenceler sonunda bedenleri parçalamak… Parçalanan bedenleri çöplüklere toplu mezarlara, derelere atmak. İzleri yok etmek için yakmak… Özgecan’ın katillerinde somutlaşan bir devlet: ''Erkek'', ''Devlet'', ''Faşist''
Öldürüyor. Alıkoyuyor. Korkutuyor. Gözetliyor. Dinliyor. Tecavüzleri ve katilleri çok seviyor. En çok onları koruyor. Çünkü kendisi tecavüzcü. Çünkü faşist devlet, katil.
O çöplükten çıkan neydi? Tecavüze uğrayan bizdik. Her gün her an her hakkımıza sahip olma isteği ile saldıran ise faşist devlet. Çöpten çıkan beden iyi bakın her erkek her kadın o beden biziz! İnsanlığın çöplüğünde ölü bedenlerimiz!  Cin deresinde yatan bir ülkenin katliam tarihidir.
Yakılıp tanınmaz hale getirilmeye  çalışılan kadınlığımız. Kabul edilmeyen hava karardıktan sonra sokaklarda olma cesaretimiz. Kabul edilmeyen okulları, işyerlerini, meydanları dolduran varlığımız. Hazmedilemeyen artan cins bilinci ve yükselen kadın devrimi. Kadınlar artık gür bağırıyor öldürülüşlerimiz susturulmaya çalışılmamız.
Özgecan Aslan isminin altından toplanan binlerce kadının öfkesi kendilerine dayatılan fıtratlarınadır. Sokaklarda her yaştan kadının isyanı var. Tacizlere,tecavüzlere sesiz kalınan zamanlar geride kaldı. Şimdi elinde silah IŞID’ın kabusu olan kadınların yoldaşlığı doğuyor her yerde. Kobanê’den yükselen devrim her kadında yeniden yeşeriyor. Her sokakta kendini korumanın, öz savunmanın bilinci ışıyor. Öfkemiz adaletimizi doğuruyor kadınlar tacizlere tecavüzlere ilk elden kendileri cevap veriyor. Bakanlık, ''aile bakanlığı'' kalsın; kadınlar dünyalarını baştan kuruyor.
Tıpkı katlediliş aşamasında olduğu gibi yargılamada da devletin erkliği adaletsizliği bizi şaşırtmayacak. Şimdiden tecavüzcüleri haklı çıkarma çabaları baş gösterdi. Uyarıyoruz her tacizci ensesinde kızıl sopalıların nefesini hissetsin. Dünyayı değiştirecek olan kadınların aklında açan kızıl bir çiçek gibi o soru şimdi:
Dünyanın altının üstünden daha iyi olmadığını nereden biliyorsunuz? 
CEYLAN YILDIZ

Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.


ÖZGECAN'IN KIZ KARDEŞLERİ
Kan revan bir savaşın içindeyiz. Taraflar alabildiğine keskin. Ve belki de insanlığın en büyük soykırımı yaşanıyor binlerce yıldır. Düşman alabildiğine sinsi ve her kozu kullanmaya açık. Savaş hukukundan da yoksun bir savaş yani. Kız kardeşlerimiz önce savunmasız, güçsüz ikinci cinsler olduklarına inandırılıyor daha sonra çeşitli yollarla katlediliyor ve suçun kendilerinde aranması gerektiği geride kalan tüm kız kardeşlerimize belletiliyor. Düşman uzak cephelerde değil, yaşadığımız her alanda, en yakınımızda. Çeşitli biçimlerde çıkıyor karşımıza kimi zaman baba, kimi zaman sevgili, abi, koca, sokaktaki herhangi bir erkek. Yani düşman sokakta, okulda, evde, yatağımızda.
Katillerimiz Tarsus-Mersin arası bir dolmuş seferinde çıktı yoldaşımız Özgecan’ın karşısına. Özgecan 20 yaşında, üniversite öğrencisi. 20 yıldır bu savaştaydı yani. Kız kardeşlerinin omuzlarında uğurlandı Özgecan ve ailesi erkeklere saf tutturmadı.
Erkeğin ve devletin medyası başladı Özgecan’ın katilleri için bahaneler türetmeye. Uyuşturucu kullanıyordu, problemliydi, zaten geçirdiği trafik kazası yüzünden bolca ilaç içiyordu vs vs. Bizimse katillerde tek gördüğümüz erkekliğin, katliamcı zihniyetin vücut bulmuş halleri. Bu coğrafyanın dört bir yanında çeşit çeşit katliama imza atmış faşist zihniyetin taşıyıcılarından bu katiller. Bu katliamcı zihniyetin temsilcisi, katillerin ‘abi’lerinin mekanı ‘ülkü ocakları’ysa yaptıkları açıklamada kadın cinayetlerine öfkelendiğimiz kadar ‘ahlak dışı’ hareketlere de aynı seviyede öfkelenmemizi öğütledi. Biz onları Maraş’tan, Sivas’tan tanırız elbet.
Densizin biri (Ankara’da belediye başkanlığı yapmakta) çıkıp Özgecan için sokaklarda adalet isteyen kadınların cinayeti kutladıklarını iddia etmiş, gülüyorlarmış çünkü. Aslında sokağa çıkmayacaksınız, oturup evinizde ağlayacaksınız demek istemiş kendileri. Ama böyle densizler bilmez; binlerce yıldır yas tuttuk biz, karalar bağladık ve isyan ettik, artık yas tutmayacağız dedik ‘yasta değil, isyandayız’ sloganlarıyla zapt ettik alanları.
Şimdi Özgecan’ın kız kardeşleri, yoldaşları katillerden hesap sormak için sokak başlarını tutuyor, adını haykırıyor. Daha ne yapmalı soruları geliyor akla. Her gün katledilme tehtidiyle mi dolaşacağız sokaklarda, katillerimizin bizi gözlerine kestirmelerini mi bekleyeceğiz? Ama çözüm var kız kardeşlerim, bir yol daha var. Kürdistan’ın batısında Rojava'da kadınlar, kadın katili, tecavüzcü DAİŞ çetelerine karşı silah başında alır Özgecan’ın intikamını, Dersim’de, Antep’te kadınlar kızıl sopalarla zapt eder sokakları. Katliama karşı öz savunma büyür, kızıl sopalar iner tacizcilerin bedenlerine, bize sıkılan kurşunlar elbet döner vurur katillerimizi bir gün.
Ve kız kardeşlerim artık bizim zamanımız olsun. Gelin dayanışmayla çıktığımızı yolu yoldaş olarak tamamlayalım. Kürdistan’ın batısından Türkiye’nin dört bir yanına silah arkadaşı, mücadele yoldaşıyız biz. Kişi olarak yaşadığımız ne varsa cinsimizdendir diyelim. Ve cins kırımına karşı kuşanalım tüm silahlarımızı. Sermayeye yedeklenen ataerkiye doğrulsun tüm namlular. Ve kadın devrimiyle taçlandıralım direnişimizi.
Fatma Edemen 

Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.


ZAMAN,YENİ İNSAN VE YILDIZLAR

Adamın biri şarkı yerine ezan okuyor. Parmaklarıyla sesi güçlü ve eski bir piyanoya paralel gidip gelirken, arkadan vurmalı bir kaç enstrüman sesi yağan yağmurun ritmine uymaya çalışıyor. Buradaki yağmur biraz tuhaf bir yağmur, ritmi düzensiz. Burada tuhaf yağan orada güzel yağıyordur. 
İnsanın hakikatini aradığı bir çağ bu. En azından ben, bir kaç bin insan ve adam için böyle. Eskisinden daha güzel, daha iyileştirici ve dönüştürücü, düşüncesi eskisine göre aykırı, ruhu özgün bir hakikate doğru bakıyor. Eskisine özlem duymuyor, ondan öğreniyor yeniye biçim verirken ama onu özenle ve incelikle aşıyor. Bu hakikatte yeni bir insan var, yeni bir irade, dokunduğu ve gülümsediği her şeyi dirençli kılan, parmak hesabıyla umut saydıran bir insan. Bu insan doğayı, kadını, erkeği, çocuğu, binaları ve düzeni kendine benzeyen bir surette kuruyor. Çünkü daha önce denemişti, bir kaç kez de yenilmişti. Bu sefer kırdığı kıracağı tüm kuşatmaları, tüm kaybettiklerini, gölgesini hissettiği uzaktakilerini, ödediği tüm bedelleri aklının ışığında taşıyor. Bir an bile unutması mümkün değil, çünkü her an yoğunlaşabilir gri bir gökyüzünden az önce kurtuldu. İnsan ve şehir, kadın ve doğa, erkek ve hayvan yeni kurtuldu. 
Hakikati ararken, hakikati arayışçılarının adım izlerini sayarken bazen tam bir hayvan gibi davrandı bu insan. Vahşi değil şefkatli, kendiliğindenci değil iradeci, kibirli değil mütevazi, somurtkan değil gülümserdi. Ekmeği bölerken de silahı tutarken de gözlerinde ışıklar vardı. O ışıklar ona ve ona bakanlara hakikatin yönünü gösteriyordu. İnsanın hakikatini ararken dünyaya çarpa çarpa yürüdüğü de oldu, bazen usul usul yerde sürükledi kendini, bazen koşarak bir mutluluğa vardı. Bazı anlar düşenleri ve vazgeçenleri bırakmak zorunda kaldı, buna rağmen uzun uzun yürüdü. Kafasında çok sesli çok ritimli şarkılar bazen marşlar çalıyordu. Her insanın bir fon müziği vardır, belli zamanları yaşarken aklının bir yerinde döner durur. Yeni insanın müziği hayalleri kadar neşeli çocuk sesleriyle dolu. 
Zamanın içinde koşmak diye bir şey olsaydı, bir kaç ölçüsünü bilmediğim zaman sonrasına gidip yerleşmek isterdim. Yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz, acısını canımızda hissettiğimiz, olağandışı şeyleri, sarsıcı, yıkıcı, yapıcı, büyüleyici olan herşeyi daha iyi anlamak için. Bu çağa iyi ses bir verebilmek için. Bir kaç bin kişinin bir kaç yüzü şimdi verimli ve doğurgan bir toprakta yatıyor. Her biri bir tohum, her biri yeni insanın bir nüvesi ve hafızası. Öyle"kahraman ve sade". Dünyanın tozu, toprağı içinde kirsiz ve passız biz öz olarak var olacaklar, her anlatıldıklarında büyüyüp büyüleyecekler.
Yukarda yıldızlı bir gökyüzünün içinde bu yeni insan. Orada savaşıyor, orada üretiyor, orada çoğaltıyor ve oradan gülümsüyor eskilere. Gülümseyişi çok şey öğretiyor bakıp da görebilenlere. 
Adamın yüzünün bir yanında aydınlık, sesi şarkısına şimdi daha çok yakışıyor. O eski piyanoda yeni sesler keşfederken, kadın yürüyor yanı başında bir kaç bin kişi. Hiç yorulmuyorlar, hiç vazgeçmiyorlar. Çünkü gözleri ışıklı, gözleri yıldızlı gökyüzünde. Akılları ve yürekleri gökyüzü kadar geniş. 
Bir ses ve ardından kahkahalar. Bu kahkahayı Kadıköy'deki Boğa bile duymuş.
- Allah kahretsin, bu ayakkabıyı Okmeydanı'nda 10 liraya satıyorlar!

Burcu Demirbaş 
Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.

METAL İŞÇİSİ GREVDE 



 Madeni Eşya İşverenleri Sendikas'ının (MESS) düşük ücret artışı önerilerine ve Toplu İş Sözleşme'sini (TİS) 3 yıl süreli yapma dayatmasına karşılık, Birleşik Metal-İş üyesi işçiler grev iradesini ortaya koydu ve 22 iş yerinde grev başlattı. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)'e bağlı Birleşik Metal-İş üyesi binlerce işçi "kaybedecek bir şeyimiz yok" diyerek başladıkları grevin üçüncü gününe giremekte. Grev oylamalarında çıkan %80'i aşan oranlarda kabul kararlarıyla pekişen bu irede ve bunun sonunda iş yerlerinin MESS'ten ayrılmaya başlaması,grev silahının etkisini göstermektedir.Grevde şu ana kadar 5 iş yerinde patronlar geri adım atarak MESS'ten çıktı. Patronlar kapitalizmin krizinin daha da derinleşeceğinin fakındalar. 2014 Greif'te , Seyitömer'de, Şişecam'da,Yatağan'da, Kazova'da ve irili ufaklı onlarca iş yerinde mücadelelerin yaşandığı bir yıl oldu. Metal işçilerinin  grevinin bu mücadele dalgasının bir parçası,daha büyük bir mücadele parçasının habercisidir. Gel gelelim ki sermaye devletini saran bu korku "milli güvenlik" safsatası altında günyüzüne çıkmakta. İşçileri tehditlerle,baskıyla yıldıramayan ,kurduğu grev sandıklarına gömülen MESS'in imdadına sermaye devleti "Milli Güvenlik " gerekçesiyle grevi yasaklayarak patronların devleti olduğunu ,işçi-emekçilerin sistematik şekilde karşısında olduğunu ilan etmektedir. Fakat toplu sözleşme süreçlerinde  grev hakkı,anayasal haktır. Bu anayasal hak, meşrudur ve gereklidir!

AKP'nin fıtratında grev yasakları var.


1 Temmuz 2003 tarihinde Türk-İş'e bağlı Petrol-İş Sendikası'nın bağlı olduğu Petlas Lastik Sanayi ve Ticaret A.Ş.'de "milli güvenlik"gerekçesiyle grev erteleme kararı aldı. 353 işçi adına Petrol-İş ile Petlas arasında sürdürülen toplu sözleşme görüşmlerinde anlaşma sağlanamayınca sendika grev kararı almıştı. Ancka 2 Temmuz'da başlayacak olan grev Bakanlar Kurulu tarafından "milli güvenlik bozucu" nitelikte olduğu için 1 Temmuz'da yasaklandı.


Kristal-İş sendikasının 8 Aralık 2003'te Şişecam'da aldığı grev kararı 60 gün süreyle ertelenmiş, danıştayın kararı bozması üzerine tekrar başlayan grev , 30 Ocak'ta , "milli güvenlik" gerekçesinin yanına "genel sağlık" eklenerek yasaklanmıştı.


DİSK'e bağlı Lastik-İş sendikasının Goodyear, Türk Pirelli ve Brisa Lastik fabikalarında çalışan 5 bin işçi adına aldığı grev kararı , Bakanlar Kurulu tarafından "milli güvenliği bozucu " nitelikte göreülerek 21 Mart 2014 tarihinde ertelendi.


Türkiye Maden -İş Sendikası'nın örgütlü olduğu Erdemir Madencilik A.Ş.'de 400 işçi  adına sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamayınca sendika grev kararı aldı. Ancak Bakanlar Kurulu,  "milli güvenlik bozucu " gerekçesiyle grevi 60 gün süreyle erteledi.


20 Haziran 2014'te Şişecam'a bağlı 10 fabrikada 5 bin 800 işçinin başlattığı grev , 8. gününde hükümet tarafından 60 gün süreyle ertelenmişti.


Bu aslında bu kararlaın ne kadar sistematik bir hamle olduğunu ,işçi sınıfına karşı bir sınıf savaşımı ilanının ne kadar planlı programlı yürütüldüğünün göstergesidir. Ama patronlar sevinmesin, grev sürecek, bunula da kalmayıp işgal direnişe dönüşecek. Bunu en iyi metal işçilerinin "Ölmek var,dönemek yok!"şiarı anlatmakta.


"Maddi pratik öncel ve belirleyicir." Yaşanan direnişlerden ders çıkarılmalıdır. Hükümetin Haziran ayında gerçekleşen Şişecam grevinde yaptığı gibi grevi yasaklama yoluna girmesi durumunda ne yapılması gerektiği üzerine düşünmeli , sorumluluğun  sadece işçilerin ve sendikaların değil, hepimizin olduğunun farkına varmalıyız.


Kroman Fabrikası'nda yüzlerce işçinin toplanmasının ardından çevik kuvvet ekibi fabrika kapısına getirildi, polis sayısı artırıldı. Bilecik Demirsaş'ta 505 işçiyle fabrika işgali başladı. Grevin yasaklandığına dair resmi yazı Peksan'ın işyeri temsilcilerine ulaştırıldı. Temsilci ,bu kararı tanımadıklarını ifade etti. Fabrika önünde "İşgal,grev,direniş!" sloganı atıldı. Ve Ejot-Tezmak Fabrikası'nda işçilerin işgali başladı. Fabrika önünde halaylar çekerek grevini sürdüren binlerce işçi"Açlıktan ölmeyiz,bu yoldan dönmeyiz" "İşçilerin birliği sermayeyi yenecek" "Metal işçisi direnişin simgesi" "Metal işçisi MESS'e boyun eğmez" sloganlarıyla bekliyor!


Hal böyleyken, hükümet ve patronların "sömürgezi"dayanışmasına , emekçi dayanışması ve direnişiyle yanıt verme ,radikalleşen bu sürecin sürekliliğine omuz verme vaktidir. Yıllardır köleleik koşullarında yaşayan işçilerin her türlü hak arayışına onların yanında olarak destek verme zamanıdır. Bu direniş sadece Metal-İş kolunun değil tüm emekçilerin ve emek mücadelesi verenlerin sesi soluğudur. Yanisi,hepimizin görevidir.

Şimdi umudu yüklemek gerek!

SEÇİL SEVİM 


Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.





                              

DİRENEN KAHKAHA

Bursa'da bayramlaşma törenine katılan Bülent Arınç yaptığı konuşmada şu sözleri söylemişti :" Kadın,iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek.Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak."
Bu sözlerden sonra biz kadınlar ne zaman iffetli olasımız gelse bir kahkaha patlatıyor kahkalarımızdan şevke gelen bakanı anmadan edemiyoruz.Tam da bu nedenle Charlie Hebdo saldırısını kahkahalarına saldırılan kadınlar olarak kendimize yapılmış sayıyoruz, konunun bir muhattabı da kadınlardır diyoruz.

Paris'te yaşanan katliamın failleriyle çok önceden tanışıyoruz. Her gün yüzlerce erkek müdehale ile karşılaşıyor kadınlar. "Diz kapağının üstü annen de olsa tahrik eder "diyen mi desin "Dondurma fuhuştur!"diyen mi! Kadınları kuluçka makinası olarak görüp doğurduğu çocuk sayısına maaş bağlayan aynı gerici faşist zihniyettir. Anneliği en mümkün kariyer gören sağlık bakanı ve kadın cinayetlerinin sağır sulatanın duymasına gerek görmeyen aile ve sosyal politikalar bakanı.,hepsi katliamın taraflarından birinin kadınlar olduğunun kanıtıdır. Ve kadınlar faşizmin karşında kahkanın tarafındadır.


Tetiği çeken eller yaşam alanlarını bizlere dar etmeye devam ediyor.Paris'te karikatür dergisine saldırırken Hindistan'da kız çocuğunu diri diri gömüyor,Rojava'da köle pazarlarında kadınları satıyor.Eteğimizin boyuna,gülüşümüze, doğuracağımız çocuk sayısına karışan zihniyet dün Paris'te 12 kişiyi katletti.Bir karikatürün bahane edildiği saldırıda asıl tahammülü olunmayan şey ise mizahın gücüdür. Hiç bir şeyi sorgulamayan düşünme yetilerinden yoksun bırakılmış kimselerin bu saldırıyı desteklemesi ise bizleri hiç şaşırtmadı.


"Peygamberimize hakaret ettiler" diye dinlerinin onurunu kurtaran kimseler 6 yaşındaki çocuğun evlenmesinin mümkünlüğünü tartışıyorlar. Hangi onur diye soruyoruz? "Düşünce özgürlüğü değil,hakaret bu "diye feryat figan dolaşanlar ise bu konuda "ifade özgürlüğü, yorum farkı" gibi açıklamalaıyla yetineceğimizi sanıyorlar. El-Kaide , Hizbullah, IŞİD ya da Boko Haram ... İsimleri değişebilir. Legal siyasette propagandacıları da çeşitlenebilir. Değişmeyen şey ise taşıkları karanlıktır.Ve hangisinin eliyle dayatılamya çalışılırsa çalışılsın o karanlığı yarıp ışığı taşıyacak olan öncüler kadınlardır.


Daha öncesinde Çorum,Sivas ve Maraş'ta yaşanan faşist katliam tarihin sayfalarından silinmeyecek.Her ne kadar anma törenlerini engellmeye,davaların zaman aşımından düşürülmesine çalışsalar da halkın belleğinden koparamayacaklar. Yaşanan acı aynıdır failleri birdir. Gerici faşist katliamlar bundan önce olduğu gibi bundan sonra da , faşizm karşısında birlişme ve direnme çağrısıyşa cevaplanacaktır.Paris ya da Sivas far etmeyecek,her yerde hesap sorulacak!


Saldırının ardından yükselen gerçek müslümanlık bu değil sesleri de bizleri tatmin etmiyor. İslamfobi diye kürsülerde bağırmayı bilenler Avrupa'da yükselecek olan ırkçı dalganın tek sorumlularıdırlar.Bugün o sorumlular her ülkeden birer temsilciyle katiliamın ardından yapılan yürüyüşte en önden katılıyorlar.Ellerindeki kanı silmeden , birbirleriyle yarışıp , rol çalmaya çalışırken bizler sesleniyoruz : HEPİNİZ KATİLSİNİZ !


Meydanlarda yükselen "Je Suıs Charlie " sloganı sahipleniyor ve katillere sesleniyoruz :


KAHKALARIMIZ SUSMAYACAK !


FAŞİZM YENİLECEK!


KADINLAR KAZANACAK!


Meyem Narin 


Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden  alınmıştır.








ERDOĞAN BİZ KADINLARI KAVGAYA DAVET ETTİ, DAVETİ KABULÜMÜZDÜR!



Kadın olmak ateşte yürümek gibi.Nereye basmaya kalksan sana dokunan bir şey değiyor bedenine ve değidiği noktayı yakıyor. Bir emirler yığını kadın olmak "Oraya bakma! Açıl! Örtün! Eve erken gel ! Okuma! Çalışma ! Doğur!"Bütün bu emirler her ne kadar farklı farklı yerlerden gelse de en çok maruz kalınan alan devlet tarafından oluşturuluyor.Devlet nezdinde kadınlar biyolojik üretici , kültür aktarıcısı ve aynı zamanda da varolan yapının sembolleridir. Bir ülkenim kadına dair söylemlerine bakmak o ülkenin politakalrı hakkından pek çok fikir verir. Bütün o toplumsal kategorilerin oluşumu ,dönüşümü , yeniden üretiminde kullanılan ideolojik söylemlerde kadınlar birer sembol olarak yer alır. Tam da bu yüzden Tayyip Erdoğan'ın söylemleri hala ciddiye alınarak incelenmelidir.

"Kız mıdır kadın mıdır bilmem " "İş işten geçmeden her ailede en az üç çocuk olmalı. Nüfusumuz ne kadar artarsa o kadar güçlü olacağız bundan emin olun." " Her kürtaj bir Uludere'dir." "Kızlı erkekli kalıyorlar" " Bu ülkede yıllarca bir doğum kontrol ihaneti yaptılar ve neslimizi kurtma yoluna gittiler." ve daha nicesi. Aslında bütün bu açıklamaların temelinde "Kadın ile erkeği eşit hale getiremesziniz ,o fıtrata terstir"  açıklaması yatıyor. Muhafazakar ideolojiler toplumun temelini aile olarak tanımlar. Bu tanımlama içerisinde de kadının "rolü" anne olmaktır.Kadının doğallığından anne olamkla meseleyi meşrulaştırma yoluna gidilmektedir. Türkiyenin geçmekte olduğu neoliberal muhfazakar sürecin de etkisini unutmamalı tabii. Nüfus artış hızının azalması ve nüfusun yaşlanması demek çalışacak işgücünün azalması ve bu bağlamda işgücünün artması demek.  E bu daa bir kriz anında devletin elini kolunu bağlayacaktır. " Kadınlarımız doğurun" çünkü işgücü sayımız azalıyor. "Devlet bu güne kadar bütün verebileceği sosyal hizmeti vermiştir artık görev tekrar sizde , çocuklara bakın ,yaşlılara bakın evin düzenini sağlayın!" çünkü devlet üzerinde bir yük artık bunlar. Bütün bu açıklamalar da bunların meşrulaştırılmasına yöneliktir aslında. Yani sermaye,muhafazakarlık ve ataerki kadın bedeni üzerinden ortaklığına devam ediyor.


Her yeri kontrol etmek,  alan bırakmamak isteyen devlet saldırılarını en çok da kadın beden, üzerinden yürütüyor.Erdoğan'da bunun toplandığı nokta oluyor haliyle. Onun bu erkek egemen politika dili aslında bütün politikasını gözler önüne seriyor. Bu , onun hükmetme biçmi! İktidarla erilliğin ne kadar iç içe geçtiğini gözler önüne seriyor adeta . Cinsiyetçilği ve milleti yeniden ve yeniden üretmek adına ynı söylemleri evirip çevirip önümüze koyuyor. Bunu da tabi ki kadın bedeni üzerinden yapıyor çünkü kadınlar varolan yapının sembolleridirler ve kadın kontrol edilerek bütün toplum kontrol edilir(!)


Bu kadar üst üste gelmeye başlayan sözler bir sıkılmışlığın göstergesi aynı zamanda . Çünkü kadınlar fark ediyor artık "fıtrat"larının bu olmadığını.Bu ittifakın oluşturduğu ateş çemberinden çıkmaksa kdının kendini tekrardan özne yapmasından geçiyor.  Özgürleştirilen değil de özgürleştiren olarak !


IRMAK SEL 


Bu yazı www.ozgurgenclik.org sitesinden alınmıştır.





,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder