--- ÖGK Eğitim Programı ---

Teoride Doğrultu 
Nisan-Mayıs 2007
Sayı 26
Kadın devrimi nasıl gerçekleşecek?
Deniz Devrim
“Nasıl ekonomik sınıfların ortadan kaldırılması alt sınıfların (proletarya) başkaldırmasını ve geçici bir diktatörlükle, üretim araçlarının ele geçirilmesini gerektiriyorsa, aynı biçimde cinsel sınıfların ortadan kaldırılması da alt sınıfların (kadınlar) başkaldırmasını ve üreme araçlarının denetimini ele geçirmelerini gerektirir. Kadınlar yalnızca kendi vücutlarının denetimini bütünüyle geri almakla kalmamalı, aynı zamanda (geçici olarak) insan doğurganlığının denetimini de -yeni nüfus biyolojisi olduğu gibi, çocuk doğumu ve çocukların yetiştirilmesiyle ilgili toplumsal kurumların tümünü- ele geçirmelidirler. Nasıl sosyalist devrimin amacı yalnız ekonomik sınıf üstünlüklerini yok etmek değil de ekonomik sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaksa, kadın devriminin amacı da ilk kadın devriminin tersine, yalnızca erkek egemenliğini yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak olmalıdır. O zaman insanlar arasındaki cinsel ayrılıkların kültür açısından hiçbir önemi kalmayacaktır.” 
Bu tezleri, ABD'de 1960'larda radikal feminist akımın teorik ve pratik kuruculuğunu yapan isimlerden Shulamith Firestone'un, hala feminist düşünceyi etkileyen temel eserinden alıntıladık. (Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, Payel Yayınları.)
Peki Firestone'un söyledikleri doğru mudur? Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf çatışmasında olduğu gibi, kadınla erkek arasındaki mücadele de bir iktidar sorunu mudur? Bir başka deyişle proletarya devriminin haricinde bir kadın devrimi söz konusu olabilir mi?
Firestone'un tarifiyle “yalnızca erkek egemenliğini yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak” nasıl gerçekleşecektir?
Onun yanıtı basittir: “Ekonomik sınıfların tersine, cinsel sınıf doğrudan doğruya biyolojik bir gereklilikten doğmuştur.” Sorunun biyolojik farklılıktan meydana geldiği ileri sürülürse, çözümün bu farklılığın ortadan kaldırılmasında olduğunu belirtmekte şaşılacak bir yan yoktur. Firestone tam da bu fikirdedir. Ona göre, “insan türünün her iki cinsinin yararı için yalnızca bir cins tarafından üretilmesinin yerini (hiç değilse bir seçme olarak) yapay üreme alacaktır.” Yapay üreme ile birlikte doğurganlık ve çocuk bakımı kadına özgü biyolojik yapı ve zorunluluk olmaktan çıkacaktır. Böylece biyolojik aile de ortadan kalkacak, sorun kökünden yok olup gidecektir.
Sorun biyolojik mi?
Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, (isterseniz sınıf farklılığı deyiniz) birinin diğerini ezmesi, birinin diğerini köleleştirmesi, birinin diğerini sömürmesi; biyolojik farklılıktan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal ilişkileri belirleyen mülkiyet biçimlerinden mi? Sorun biyolojikse, çözüm de biyolojik olacaktır elbette. Teknik gelişmeler sonucu kadın bedenini zorunlu kılmayan dış üreme-yapay üreme mümkün olabilir. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hakkında bugünden kesin bir fikir ileri süremeyiz. Diyelim ki bu gerçekleşti. Bu neyi değiştirir? Mülkiyet ilişkilerinin toplumsal ilişkileri belirlediği, miras hukukunun varlığını koruduğu koşullarda bu neyi değiştirir? Çünkü burada bir başka soru gündeme gelir, aileyi yaratan biyolojik yapı mıdır, özel mülkiyet ve onun ürünü miras hukuku mu?
İnsanın evrimi ile ilgili elde edilen bulgular; maymundan farklılaşmış insanın bugünkü biyolojik temel özelliklerinin 1 milyon yıl önce ortaya çıktığının gösteriyor. Özel mülkiyet ise sadece birkaç bin yıl önce ortaya çıktı. Cinsel ayrımcılığın nedeni, kadının biyolojik yapısının zorunlu ürünü olduğu söylenen “biyolojik aile” olsaydı, kadının yüzbinlerce yıllık bir ezilmişlik tarihinin olması gerekirdi. Oysa böyle olmadığını biliyoruz. 
İnsan türünü maymun dahil, diğer canlılardan ayıran temel biyolojik farklılıklardan birisi, insan yavrusunun çok daha uzun bir süre bakıma muhtaç olması ve cinsel ergenliğe diğerlerinden çok daha geç ulaşmasıdır. Firestone'a göre bu biyolojik farklılık nedeniyle kadının çocuğa çok uzun süre bakım zorunluluğu, bu biyolojik aile yapısı, kadını erkek karşısında bağımlı hale getirmiştir. 
İlkel insan topluluklarıyla ilgili bütün araştırmalar göstermiştir ki, tam da bu biyolojik nedenledir ki insanlar topluluk halinde yaşayarak, toplumsal ilişkilere girmek zorunda kalmıştır. Bu onun biyolojik evriminden gelen bir zorunluluğun ifadesidir. Soyunu devam ettirebilmesi için insanın topluluklar halinde yaşayarak birbiriyle dayanışma içinde bulunmakdan başka şansı yoktur. Ancak böyle bir dayanışma halinde insanlar varlıklarını koruyabilir ve çocuklarını büyütebilirdi. Çünkü çocukları hem uzun süre beslemek gerekir hem de çocukların cinsel üretkenliğe erişmeleri zaman almaktadır. Bir kadın ve bir erkek diğerlerinden tecrit halde yaşayarak, hele hele kadın tek başına kalarak o günkü vahşi doğa şartları içinde varlığını sürdüremezdi. Topluluk halinde olmaları da yetmezdi, o topluluk içinde bir iç dayanışma, yardımlaşma zorunluydu. Yiyecek elde etmek, çocuk yetiştirmek ve böylelikle soyun devamlılığını sağlamak ancak bu toplumsallıkla mümkün olabilirdi. 
İnsanın her canlı gibi hayatta kalmasına ve soyunu devam ettirmesine neden olan güdüleri vardır. O da her canlı gibi yemek, içmek, üremek zorundadır. İnsan diğer canlılardan farklı olarak bu zorunlulukların bilincine varır. Bu zorunluluğun bilincine ne denli varırsa o denli özgürleşir. Onun düşünme yeteneği vardır. Her canlı da şu ya da bu düzeyde düşünme yetisi, duygu olabilir, insan çevresi üzerinde değişiklik yaratarak (emek) onu dönüştürme bilinciyle (bilince dönüşmüş emek) ayrışır. İnsan kendi bilincine varmış maddedir, bir başka deyişle bilinçlenmiş madde. 
Neden böyle olmuştur, tartışılabilir. Bugüne değin ortaya çıkan bulgular göstermiştir ki, insan sadece güdülerinin yönetimi altında hayatta kalmayı başaramaz. Ve soyunu sürdüremez. Güdü onu var etmeye yetmez. O ancak başka insanlarla birlikte bir insandır ve ancak bir topluluk ilişkisi ile kendini var edebilir. Düşünce ve dil bu zorunluluğun ürünüdür. Bu nedenledir ki; ilk insan türünün beyni 400-600, ikinci türün 850-1050, üçüncü türün ise 1200-1400 santimetreküp olmuştur. İnsan türünün biyolojik evrimindeki bu sıralamanın biricik nedeni, insan-hayvandan bugünkü insana geçiş aşamasında toplumsallık düzeyindeki gelişmedir. İnsanı hayvandan ayıran biyolojik fark “el”dir. “Elin gelişmesiyle, emekle başlayan doğa üzerindeki egemenlik, her yeni ilerlemede insanın ufkunu genişletti (...) diğer yandan emeğin gelişimi, birbirine karşılıklı destek alma ve ortaklaşa etkinlik durumlarının sayısını artırmakla ve ortaklaşa etkinliğin yararlılığını tek tek her birey için apaçık bir şey haline getirmekle topluluğun üyelerinin birbirlerine daha da yakınlaşmasına kaçınılmaz olarak yardım etti.” (Engels) Buradan da anlaşılıyor ki; emeğin üretkinliğindeki artış düzeyinde toplumsal ilişkiler yoğunlaşır, toplumsallaşma gelişir.
İnsan alet kullanarak doğayı dönüştürebilen, bununla birlikte topluluk halinde yaşayarak, toplumsal ilişkiler geliştirme sayesinde hayatta kalabilen ve soyunu sürdürebilen yegane canlıdır. Bu nedenle insan cinsleri arasındaki ilişki diğer canlılarla kıyaslanamaz. Elbette onun biyolojik varlığı, kendinden önceki evrimleştiği türün mirasıdır. Örneğin doğurganlık dişiye hastır. Buna karşın insan söz konusu olduğunda biyolojik yapı (daha güçlü olanın ayakta kalması) bireysel denek taşı olmaktan çıkar, toplumsallık düzeyi biyolojik varlığı sürdürmenin kıstası haline gelir. O toplumsallığa neden olan ve toplumsallaşmanın düzeyini belirleyen emeğin kullanımı ve üretkenliğidir. Emek, “insanın tüm varlığının temel koşuludur. (...) emek insanı bizzat yaratmıştır.” (Engels). İnsan akıllı olduğu için toplumsallaşmamıştır, toplumsallaşmak dışında bir çaresi olmadığı için, toplumsal ilişkilerin ürünü olarak “akıllanmış”tır. İnsanın doğada varoluşu türün her bir bireyindeki yeteneklerin varlığından değil, topluluk halinde yaşayarak ortaklaşa emek sayesinde dayanışmayı öğrenmesinden gelir. İnsan biyolojik olarak doğadaki en yeteneksiz, çaresiz canlılardan biridir. O, ne çok hızlı koşabilir, ne burnu çok iyi koku alabilir, ne keskin dişleri, ne kahredici pençeleri, ne de uçmak için kanatları vardır. O ancak ve ancak toplumsal ilişki içine girerek doğa şartlarına ve bunun bir parçası olarak diğer canlıların saldırılarına karşı ayakta kalabilir.
Açıktır ki; onbinlerce yıllık insan geçmişinde salt kadın merkezli “biyolojik aile”ye rastlanmaz. İnsan söz konusu olunca biyolojik aileden değil; topluluktan, toplumsal yaşam ve ilişkiden, çocukların topluluğun ortak sorumluluğu altında olmasından, anneliğin toplumsallığından söz edebiliriz. 
Aile nasıl doğdu?
Tavus kuşunun geniş yelpazeli, rengarenk tüylü olanı erkektir. O kendini bütün dişi tavus kuşlarına beğendirmek için çabalar ve dişilerden herhangi biriyle çiftleşmeye hazırdır. Dişi ise herhangi bir erkekle değil, en güçlü olanı, soyun devamı için en verimli olanı seçer. Bu örnekte olduğu gibi doğada dişi seçen, erkek seçilendir; dişi belirleyen, erkek belirlenendir.
Güvercinden de örnek verilebilir. Güvercin diğer bazı kuş türleri gibi tek eşlidir. İnsanın da bugün tek eşli oluşuna bakarak bunun doğal bir durum olduğunu söyleyebilirdik belki, ama insan kuş değildir! Onu doğadaki diğer canlıların davranışlarıyla ölçemeyiz. 
Örneğin, insanın tek eşliliği, şunun şurasında birkaç bin yıldır var, oysa onbinlerce yıl boyunca insanlar çok eşli yaşamıştır. Ya da tavus kuşunda olduğu gibi insan dişisinin bir zamanlar belirleyen konumda olması, onun biyolojik seçiciliğinden değil, toplumsal yaşamda erkekten daha etkin konumda olmasındandı. 
Başlangıçta aile yoktu, ne biyolojik ne de toplumun bir parçası olarak. Onbinlerce yıl bu böyle sürdü. Aile tıpkı devlet gibi, insan doğasının değil; özel mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür.
İnsan alet kullanarak doğada hazır bulunan ürünü kullanma, saklama, işleme dışında doğayı yeni ürün elde etmek için dönüştürmeyi öğrendiğinde, hem doğayla hem de başka insan topluluklarıyla ilişkilerinde köklü değişiklikler meydana geldi.
İlk insan mülkiyetsizdi. Herşey herkesindi. İnsanlar sulak verimli alanlar keşfedip oralardan ayrılmamak üzere yerleştiklerinde ilk mülkiyet biçimi; ortak mülkiyet, klan, boy, aşiret vb. mülkiyeti ortaya çıktı.
İnsanlar klan oldukları için orayı mülk edinmediler, orayı mülk edindikleri için klan, aşiret, boy haline geldiler. Bu toplulukları içinde, birbiriyle ilişkilerinde özel mülkiyet yoktu, başka insan topluluklarına karşı bulundukları alanı sahiplenme temelinde grup mülkiyeti vardı. 
Diğer şeyler bir yana, öncekinden farklı olarak, grup mülkiyeti ile birlikte, genel olarak insan türünün devamlılığını sağlamanın yerini grubun, aşiretin, klanın vb. soyunu sürdürmek aldı. Burada henüz bir aileden söz edilemez. Çocukların bakımı, bütün topluluğun ortak sorumluluğundadır ve kadın birden çok erkekten döl alabilir. Kadın başka bir klandan erkekle ya da erkeklerle de birleşebilir, bu durumda kadın erkeğin yanına gitmez, erkek kadının bulunduğu topluluğa katılır.
Bilinen anlamıyla aile -kadının tek eşliliği- bireysel özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla doğdu. Grup mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş insan yaşamında nasıl köklü değişiklikler yarattıysa, ortak toplumsal hayattan aileye geçiş de insan ilişkilerinde büyük alt üst oluşlara neden oldu. Dün klanın, topluluğun devamı için soyun üretimi vardı, özel mülkiyetle birlikte mülkiyetin devamlılığı için soyun üretimine geçildi. 
İlkel komünal toplumun mülkiyetsizlik aşamasında henüz güdülerinin egemenliği altında olan fakat alet kullanarak doğayı dönüştürmeyi öğrenen insan, toplumsallaşmayı başararak türün devamlılığını sağlayabilirdi. Grup mülkiyeti aşamasında doğayı yeniden üretme becerisi edinerek grubun, klanın sürekliliğini sağlamayı amaç edindi. Bireysel özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte, mülkiyetin sonradan gelene devredilebilmesi için soyun devamı, insanın kendini yeniden üretmesinin amacı haline geldi. Mülkiyet özeldi, o halde kadın da, çocuk da “özel” olmalıydı. Kadının biyolojisi tam da burada onun başına dert oldu. Özel mülkiyeti erkek kontrol ediyordu. O mülkiyetin, kendisine ait olduğu belli olan çocuğa devredilebilmesi için yalnızca bir erkeğe “ait” kadın gerekiyordu.
İlkel komünal toplumda nesneler insan içindir. Özel mülkiyete dayalı toplumlarda ise insanlar nesne içindir. Birincisinde insan için alet-üretim vardır, ikincisinde alet-üretim için insan. Özel mülkiyete dayalı toplumların en son halkası kapitalizmde ise bu “üretim için üretim”e dönüşür. Diğer canlılardan alet yapma ve kullanma becerisi ile ayrışan insan, kendisi üretim araçlarına sahip başka insanların çıkarına, kapitalist toplumla birlikte, sermayenin aletine dönüşür. Alet kullanan insan, aletin kullandığı insandır artık. 
Engels, insanın toplumsal ilişkilerini belirleyen iki tür üretimden söz eder: İnsanın üretimi ve kullanım nesnelerinin üretimi. İlkel toplumda insan doğanın bir parçasıdır, alet kullanır ama henüz geçim araçlarını yeniden üreterek ihtiyaçlarını karşılayacak yetkinliğe erişmemiştir. Soyun devamını sağlayacak tarzda toplumsal örgütlenme ve işbölümü, insanın kendini üretim biçimi toplumsal ilişkilere egemendir. 
Özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte insanın toplumsal doğası, doğayla ilişkileri ters yüz olur. İnsanlar doğayı dönüştürmeye devam eder ama artık ortak çıkarlar için bir arada bulunan topluluk için değil, üretim araçlarına sahip başka insanlar için. Bu andan itibaren insanın üretim biçimi değil, nesnelerin üretim biçimi toplumsal ilişkilerin belirleyicisi olur. 
İlkel topluluklarda ne biyolojik aileye ne de insan icadı aileye rastlanmaz. Orada insan üretimi ve geçim araçlarını temin etmede toplumun ortak sorumluluğu vardır. Soyun üretiminde de, geçim araçlarını temin etmede de kadın erkeğe göre birincil konumdadır. Bu nedenle yönetim ve organizasyon işleri de kadının denetimindedir. Kadın içişlerinden sorumludur, erkek dışişleri ile ilgilidir. Belirleyici olan içişleridir. Durmaksızın doğum zorunluluğu ve çocuk bakımı nedeniyle kadınlar daha yerleşikti ve daha fazla toplumsal ilişki geliştirebiliyorlardı. Erkekler avcılıkla meşguldü. Buna rağmen geçim araçlarını da esasen kadın temin ediyor, yiyeceklerin saklanması için gerekli araçların üretimi ve saklama teknikleri de kadının eseri oluyordu. Bugünkü düşünüş biçimiyle ele alırsak bu doğal işbölümü kadına dezavantaj değil, toplumsal yaşamın örgütlenmesi bakımından, toplumdaki önemi bakımından avantaj sağlıyordu. O gün bu bir avantaj sayılmazdı elbette, bu durum kendiliğinden oluşan bir doğallığı tarif ediyordu.
Tekniğin gelişimi, üretkenliğin artması, özellikle tahıl üretiminin öğrenilmesi ile birlikte durmaksızın enerji harcayacak insan gücüne gereksinim arttı. Bu güç daha çok erkeklerden temin edilebilirdi. Bu erkeğin daha güçlü olmasından değil; daha çok boş zamanı olmasındandı. Kadın hamilelik ve ilk çocuk bakımı nedeniyle gereksinim duyulan insan enerjisinin daha azını karşılayabilecek durumdaydı. Erkek avcılık-göçerlikten üretim için yerleşikliğe geçti. O da artık içişlerinin ortağıydı, ama dışişleri de onun sorumluluğunda kalmaya devam etti. Topluluğun ihtiyacından fazla ürün üretilmeye başlandığında, fazla ürünü başka toplulukların farklı ürünü ile değiştirme olanağı ortaya çıktığında bu iş erkeğin sorumluluğunda kaldı. Nesnelerin üretimi için gerekli insan gücünün artan önemi ile birlikte erkeğin önemi de arttı. Böylelikle kadın, soyun üretimini denetiminde tutmaya devam ederken geçim araçlarının üretiminde denetim erkeğe geçti. Cinsel işbölümünün bu biçimde gelişmesi kaçınılmaz olarak kadınla erkek arasındaki önceki ilişki biçimlerinde temel değişiklikler yarattı. Fazla üretim özel mülkiyeti doğurdu. Geçim araçlarının üretiminin denetimi, erkeğin eline geçtiği için mülkiyetin denetimi de ona kaldı. Bu değişikliklerle birlikte kadın topluluğun soyunu üreten toplumsal birey olmaktan çıktı, böylelikle kadın erkeğin mülkiyetini sürdürmek için bir araca dönüştü, ardından erkeğin düpedüz mülkiyeti-nesnesi haline geldi. Aile tam da kadının bu nesneleşme sürecinin ürünüdür. İngilizcedeki aile kavramının (family) kökeni Roma'dır. Erkeğin sahipliği altındaki kadınlar ve köleleri tanımlar. Kadın ve köle aynı şeydir. Aristo'nun köleyi “sesli alet” olarak nitelediğini hesaba katarsak, kadın da erkek soyunun devamı için doğuran alet, erkeğe zevk vermek için cinsel alet, ev işleri için doğal alet olarak görülmüştür, diyebiliriz.
Firestone şöyle söyler; “ailenin içinde, daha sonra toplum ve devlet içinde ortaya çıkan tüm çatışmaların çekirdeğini, tohumunu taşıdığını söylediğinde Marx, kendisinin de farkında olmadığı ölçüde önemli bir şeye değinmişti. Çünkü egemenlik gereksinmesinin her zaman için sızabileceği bir yarık olan biyolojik ailenin köklerini devrimle sökmedikçe sömürü tenyası hiç bir zaman yok edilemeyecektir.” Marx diyor ki, başlangıçta aile yoktu. O tıpkı devlet gibi özel mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür. Aile, sınıfsal egemenlik biçimlerinin cinsel yansısının durmaksızın üretildiği ve bu tarzın soyun üretim biçimine egemen olduğu toplumun en küçük çekirdeğidir. Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla egemenlik, insanın insana egemenliği de ortadan kalkacaktır. Ailenin olduğu yerde, kadının köleliği, ailenin içinde var olduğu mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak, şu ya da bu düzeyde varlığını korur. Aile, tıpkı devlet gibi tarihsel bir kavramdır ve yine devlet gibi insanın doğal varoluş biçimine yabancıdır ve geçiciliği tarif eder. Firestone'un söylediği biçimiyle “biyolojik aile”nin değil, toplumun ürünü “aile”nin kökleri devrimle sökülüp atılacaktır. 
Aile nasıl yok edilecek ve “kadın devrimi” gerekli mi?
Komünizmde ne devlete ne de aileye yer vardır. Orada insan kendi doğasına yeniden kavuşur. Bunun nedeni onun ilkel yaşama ve ilişki biçimlerine dönüşü değildir. İlkel toplumda doğa-insan vardı, komünizmde insan-doğa olacaktır. Birincisinde doğa insana egemendir, ikincisinde insan doğaya. İnsanın doğaya egemen olması emeğin üretkenliğinin doğa güçlerine yaklaşması ya da düpedüz ona dönüşmesiyle geçim araçlarının her insanın bedelsizce ulaşabildiği ölçüde bollaşmasıdır. Komünizmde nesne için insan, yerini insan için nesneye bırakır. Bir kez bu gerçekleşti mi, insanın insan üzerinde egemenliğini ya da yönetimini gerektirecek her türlü toplumsal araç yok olup gidecektir. Ne devlete ne aileye insanların hiçbir gereksinimi kalmayacaktır.
Sosyalizmde devlet gibi, aile de henüz varlığını korur. Devlet bastırılması gereken eski sınıf kalıntıları ve üretim araçlarının toplumsallaşmasının bir aracı olduğu için belirli bir süre zorunludur. Bu zorunluluk onun bürokratik asalak niteliğini ve yabancılaşma nesnesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu nedenledir ki; yok edilmesi, yok edilmesinin koşullarının oluşturulması tıpkı onun varlığı gibi zorunludur. Aile için de benzer şeyler söylenebilir. Aile bir çırpıda yok edilemez. Çocuk bakımının bütünüyle toplumun üstleneceği şartları hazırlamak bir yana, miras hukukunun zerresinin bile kalmayacağı koşulların oluşturulması gerekir. Çünkü, ailenin üzerine yükseldiği temel budur. Bu da yalnızca üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin değil, kişisel birikimin de yok edilmesini gerektirir. 
O halde bir kadın devrimine ne gerek var?! Mesele bu biçimde ele alınamaz. Deneyimler göstermiştir ki üretim araçlarını toplumsallaştırmak ve kadınla erkek arasındaki cinsel ayrımcılığa neden olan her türlü hukuksal ve toplumsal eşitsizliğe son vermek kadınların kurtuluşu için yeterli değildir. Sosyalizmle birlikte kadınlar o ana dek asla tanık olmadıkları haklar ve özgürlükler elde etmiştir. Buna karşı aile varlığını korumuştur. Bu iki nedenle böyledir. Birincisi, sosyalist üretkenlik henüz çocuğun bütün bakımını toplumun üstleneceği denli yüksek bir düzeye erişmemiştir. Doğaldır ki, çocuk bakımının tümü değilse de bir bölümü hala onu üreten kadın ve erkeğin sorumluluğundadır. Çocuk bakımı henüz bütünüyle toplumsallaşmamıştır. İkincisi, “herkese emeğine göre” ilkesi geçerlidir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmiştir, fakat emeğin üretkenliği “herkese ihtiyacına göre” verebilecek düzeyde değildir. Herkes kattığı emek oranında toplumsal gelirden pay alır. Bu da kişisel birikimin sürmesine neden olur. Bu nedenle kişisel kullanım nesneleri birikiminin sonradan gelene devredilmesi, miras hukuku bu çerçevede varlığını korur. Bu iki neden köklü biçimde ortadan kaldırılmadan aile, bir kurumsal yapı olarak toplumu oluşturan temel ögelerden biri olmaya devam edecektir.
Sosyalizmle birlikte aile içinde erkeği birincil yapan hukuksal ve toplumsal eşitsizlikler yok edilir. Erkekle kadın arasında gelir, iş, öğrenim görme, miras devretme ve alma, yönetime katılma vb. hiçbir ayrım kalmaz. Erkek neyse kadın da odur.
Fakat bu eşitlenme kadın için erkek egemenliğinden “tam kurtuluş” anlamına gelmez. Salt ailenin var olması bile bu “kurtuluş”un temel engelidir. Sosyalizmde erkek aileye karşı onu ayrıcalıklı kılan bütün sorumluluklarıyla birlikte “yük”ten de kurtulur. Kadın ise belirli bir süre çocuğa bakmak zorundadır. Kadının biyolojik yapısı onun prangası haline gelir. Firestone burada haklı gibi görünür. Fakat bu bir yanılgıdır. Kadını aileye çivileyen temel neden çocuk bakımının tam toplumsallaşmasının henüz gerçekleşmemesidir. Bunun gerçekleştiği yerde biyolojik annelik hiçbir biçimde bir kölelik haline gelmez. 
Baba-anne-çocuk biçiminde dizilen burjuva çekirdek ailede önceki erkek egemen toplumlarda olduğu gibi kadın, bir araç, bir alet olmaktan kurtulamaz. Nasıl ki meta haline gelen işgücü sermayenin yeniden üretimi için sermayenin bir nesnesi ise, nasıl ki yeni sermayenin biricik kaynağı olan işçinin ödenmemiş emeği, yeniden üretim sürecinde işçiyi sermayeye bağlamanın bir nedeni haline geliyorsa, nasıl ki işçi kendi yarattığı değer ile kendisinin yeniden köleleştirilmesinin koşullarını oluşturuyorsa, kadın da burjuva çekirdek ailede baba ile çocuk arasında benzer bir konumda bulunur. Ve nasıl ki proletarya sömürüden kurtulmak için sermayeyi sermaye olmaktan çıkarması gerekiyorsa, kadının da erkeği, egemen toplumsal erkeği “erkeklik”ten çıkarması gerekir. 
Sosyalizmde çekirdek aile varlığını korur ama dizilimi değişir, anne-çocuk-baba biçimine dönüşür. Bu hemen böyle olmaz. Çocuk bakımının toplumsallaşması ve bireysel birikime duyulan ihtiyacın azalması oranında baba önemini yitirir. Tarif edilen en ileri biçimdir. Başlangıçta birbirine karşı zorunlulukları olan bireylerin birliği biçiminde aile uzun süre devam eder. En ileri halde dahi anneliğin toplumsallaşmadığı koşullarda anne-çocuk ailesi sürüp gider. Sonunda erkek katılmasa da aile sorumluluğu çocuk bakımı nedeniyle kadında kalacağı için “aile” en iyi, en gelişkin, en rahat halde dahi kadın için özgürleşmeye engel bir bağ olarak duracaktır. Kuşaktan kuşağa akıp giden gelenekler de, ne denli hafiflerse hafiflesin bir “yük” olarak kadının belini bükmeye devam eder. Erkek egemenliğini şu ya da bu ölçüde kuşaktan kuşağa aktaran temel kurum ailedir. Böylece aile nesnel olduğu kadar ideolojik olarak da kadın tarafından sürdürülen ve kadının kendi eliyle özgürleşmesine engel olan nedenleri üretir.
Bu gerçeklerden şu sonuçlara ulaşabiliriz. Kadınlar burjuva toplum içinde ekonomik ve toplumsal kurtuluş için cins ayrımı gözetmeksizin işçi sınıfı ile birleşik halde, onunla tam bütünlük halinde burjuvaziye karşı savaş halinde olurken aynı zamanda, erkek egemenliğini ve ayrıcalıklarını yok etmek amacıyla her sınıftan erkeğe karşı iç içe geçmiş bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler. Bunlardan biri diğerinin yerine ikame edilemez. Burjuvaziye karşı erkek işçiyle birleşen emekçi kadın, erkeğe karşı bütün emekçi kadınlarla birleşmek zorundadır. İki tür örgütlenme ve mücadele iç içe geçmiştir: Sınıf mücadelesi ve cins ayrımcılığına karşı mücadele. Her ikisi de kopmaz biçimde birbirine bağlıdır. Cins ayrımcılığına karşı savaşım sınıf mücadelesinin bir bileşeni olarak görülüp geçiştirilemez. Tam da bu yaklaşım erkek egemenliğini yeniden ve yeniden üretir. Emekçi kadınlar burjuvaziye karşı erkek işçilerle birlikte ne denli sert mücadelelere girişirse girişsin, onu ne denli geriletirse geriletsin, ne denli alt ederse etsin erkek egemenliğine karşı pratik, etkin, güçlü bir karşı koyuş göstermezlerse ikinci cins olmaktan kurtulamazlar. Emekçi kadınlar sınıf mücadelesine nasıl bir sınıf iradesi ve bilinciyle katılıyorlarsa erkek egemenliğine karşı da bir kadın iradesi ve bilinciyle hareket etmelidir. Erkek egemenliğine başkaldırmayan kadın, burjuvaziye karşı mücadeleye de etkin katılamaz. Burjuvaziye karşı mücadeleye atılmayan kadın, erkek egemenliğinin yıkılmasının yolunu açamaz. Buradan da anlaşılıyor ki sınıf mücadelesine kadın; kadın bilinci, iradesi, örgütlülüğü ile katıldığında ancak potansiyel gücünü açığa çıkartır. Sosyalizm mücadelesi bir emekçi kadın için sosyalizm için mücadelesiyse, toplumsal devrimse; erkek işçiden farklı olarak o denli kadının kurtuluş mücadelesi, kadın devrimidir de. Kadın devrimi burjuvaziye karşı olduğu kadar erkek egemenliğine de cephe açar. O halde kadın devrimi, toplumsal devrimin zorunlu bir bileşenidir.
Bu zorunluluk sosyalizmde ortadan kalkmaz. Tam aksine çok daha gerekli hale gelir. Anneliğin toplumsallaşarak kadının ev, aile bağlarının tümden dinamitlenmesi, ailenin yok edilmesi, erkek egemenliğini üreten gerici geleneklere karşı kesintisiz savaşım, kadın devriminin sosyalizmde sürdürülmesini gerektirir. Sosyalizm kadının kurtuluş yolunu açar ama bu bir süreçtir ve kurtuluş mücadelesi komünizme kadar sürer. Her kurtuluş mücadelesi gibi bu da örgütlü iradeyi gerektirir.
Firestone kadın devrimini kadının biyolojik yapısının doğal işlevinden çıkarılmasında görür. Oysa asıl olan toplumsal baskı mekanizmalarının yok edilmesidir. Bugün ve yarın kadının toplumsal yaşamda oynaması gereken rolü yerine getirebilmesi, ondaki devrimci özün örgütlenmesi ile olanaklıdır. Kadını köleleştiren toplumsal baskı mekanizmalarını, onları oluşturan nedenlerle birlikte tarumar edecek olan da budur.
“Nasıl ekonomik sınıfların ortadan kaldırılması alt sınıfların (proletarya) başkaldırmasını ve geçici bir diktatörlükle, üretim araçlarının ele geçirilmesini gerektiriyorsa, aynı biçimde cinsel sınıfların ortadan kaldırılması da alt sınıfların (kadınlar) başkaldırmasını ve üreme araçlarının denetimini ele geçirmelerini gerektirir. Kadınlar yalnızca kendi vücutlarının denetimini bütünüyle geri almakla kalmamalı, aynı zamanda (geçici olarak) insan doğurganlığının denetimini de -yeni nüfus biyolojisi olduğu gibi, çocuk doğumu ve çocukların yetiştirilmesiyle ilgili toplumsal kurumların tümünü- ele geçirmelidirler. Nasıl sosyalist devrimin amacı yalnız ekonomik sınıf üstünlüklerini yok etmek değil de ekonomik sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaksa, kadın devriminin amacı da ilk kadın devriminin tersine, yalnızca erkek egemenliğini yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak olmalıdır. O zaman insanlar arasındaki cinsel ayrılıkların kültür açısından hiçbir önemi kalmayacaktır.”
Bu tezleri, ABD'de 1960'larda radikal feminist akımın teorik ve pratik kuruculuğunu yapan isimlerden Shulamith Firestone'un, hala feminist düşünceyi etkileyen temel eserinden alıntıladık. (Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, Payel Yayınları.)
Peki Firestone'un söyledikleri doğru mudur? Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf çatışmasında olduğu gibi, kadınla erkek arasındaki mücadele de bir iktidar sorunu mudur? Bir başka deyişle proletarya devriminin haricinde bir kadın devrimi söz konusu olabilir mi?
Firestone'un tarifiyle “yalnızca erkek egemenliğini yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak” nasıl gerçekleşecektir?
Onun yanıtı basittir: “Ekonomik sınıfların tersine, cinsel sınıf doğrudan doğruya biyolojik bir gereklilikten doğmuştur.” Sorunun biyolojik farklılıktan meydana geldiği ileri sürülürse, çözümün bu farklılığın ortadan kaldırılmasında olduğunu belirtmekte şaşılacak bir yan yoktur. Firestone tam da bu fikirdedir. Ona göre, “insan türünün her iki cinsinin yararı için yalnızca bir cins tarafından üretilmesinin yerini (hiç değilse bir seçme olarak) yapay üreme alacaktır.” Yapay üreme ile birlikte doğurganlık ve çocuk bakımı kadına özgü biyolojik yapı ve zorunluluk olmaktan çıkacaktır. Böylece biyolojik aile de ortadan kalkacak, sorun kökünden yok olup gidecektir.
Sorun biyolojik mi?
Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, (isterseniz sınıf farklılığı deyiniz) birinin diğerini ezmesi, birinin diğerini köleleştirmesi, birinin diğerini sömürmesi; biyolojik farklılıktan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal ilişkileri belirleyen mülkiyet biçimlerinden mi? Sorun biyolojikse, çözüm de biyolojik olacaktır elbette. Teknik gelişmeler sonucu kadın bedenini zorunlu kılmayan dış üreme-yapay üreme mümkün olabilir. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hakkında bugünden kesin bir fikir ileri süremeyiz. Diyelim ki bu gerçekleşti. Bu neyi değiştirir? Mülkiyet ilişkilerinin toplumsal ilişkileri belirlediği, miras hukukunun varlığını koruduğu koşullarda bu neyi değiştirir? Çünkü burada bir başka soru gündeme gelir, aileyi yaratan biyolojik yapı mıdır, özel mülkiyet ve onun ürünü miras hukuku mu?
İnsanın evrimi ile ilgili elde edilen bulgular; maymundan farklılaşmış insanın bugünkü biyolojik temel özelliklerinin 1 milyon yıl önce ortaya çıktığının gösteriyor. Özel mülkiyet ise sadece birkaç bin yıl önce ortaya çıktı. Cinsel ayrımcılığın nedeni, kadının biyolojik yapısının zorunlu ürünü olduğu söylenen “biyolojik aile” olsaydı, kadının yüzbinlerce yıllık bir ezilmişlik tarihinin olması gerekirdi. Oysa böyle olmadığını biliyoruz.
İnsan türünü maymun dahil, diğer canlılardan ayıran temel biyolojik farklılıklardan birisi, insan yavrusunun çok daha uzun bir süre bakıma muhtaç olması ve cinsel ergenliğe diğerlerinden çok daha geç ulaşmasıdır. Firestone'a göre bu biyolojik farklılık nedeniyle kadının çocuğa çok uzun süre bakım zorunluluğu, bu biyolojik aile yapısı, kadını erkek karşısında bağımlı hale getirmiştir.
İlkel insan topluluklarıyla ilgili bütün araştırmalar göstermiştir ki, tam da bu biyolojik nedenledir ki insanlar topluluk halinde yaşayarak, toplumsal ilişkilere girmek zorunda kalmıştır. Bu onun biyolojik evriminden gelen bir zorunluluğun ifadesidir. Soyunu devam ettirebilmesi için insanın topluluklar halinde yaşayarak birbiriyle dayanışma içinde bulunmakdan başka şansı yoktur. Ancak böyle bir dayanışma halinde insanlar varlıklarını koruyabilir ve çocuklarını büyütebilirdi. Çünkü çocukları hem uzun süre beslemek gerekir hem de çocukların cinsel üretkenliğe erişmeleri zaman almaktadır. Bir kadın ve bir erkek diğerlerinden tecrit halde yaşayarak, hele hele kadın tek başına kalarak o günkü vahşi doğa şartları içinde varlığını sürdüremezdi. Topluluk halinde olmaları da yetmezdi, o topluluk içinde bir iç dayanışma, yardımlaşma zorunluydu. Yiyecek elde etmek, çocuk yetiştirmek ve böylelikle soyun devamlılığını sağlamak ancak bu toplumsallıkla mümkün olabilirdi.
İnsanın her canlı gibi hayatta kalmasına ve soyunu devam ettirmesine neden olan güdüleri vardır. O da her canlı gibi yemek, içmek, üremek zorundadır. İnsan diğer canlılardan farklı olarak bu zorunlulukların bilincine varır. Bu zorunluluğun bilincine ne denli varırsa o denli özgürleşir. Onun düşünme yeteneği vardır. Her canlı da şu ya da bu düzeyde düşünme yetisi, duygu olabilir, insan çevresi üzerinde değişiklik yaratarak (emek) onu dönüştürme bilinciyle (bilince dönüşmüş emek) ayrışır. İnsan kendi bilincine varmış maddedir, bir başka deyişle bilinçlenmiş madde.
Neden böyle olmuştur, tartışılabilir. Bugüne değin ortaya çıkan bulgular göstermiştir ki, insan sadece güdülerinin yönetimi altında hayatta kalmayı başaramaz. Ve soyunu sürdüremez. Güdü onu var etmeye yetmez. O ancak başka insanlarla birlikte bir insandır ve ancak bir topluluk ilişkisi ile kendini var edebilir. Düşünce ve dil bu zorunluluğun ürünüdür. Bu nedenledir ki; ilk insan türünün beyni 400-600, ikinci türün 850-1050, üçüncü türün ise 1200-1400 santimetreküp olmuştur. İnsan türünün biyolojik evrimindeki bu sıralamanın biricik nedeni, insan-hayvandan bugünkü insana geçiş aşamasında toplumsallık düzeyindeki gelişmedir. İnsanı hayvandan ayıran biyolojik fark “el”dir. “Elin gelişmesiyle, emekle başlayan doğa üzerindeki egemenlik, her yeni ilerlemede insanın ufkunu genişletti (...) diğer yandan emeğin gelişimi, birbirine karşılıklı destek alma ve ortaklaşa etkinlik durumlarının sayısını artırmakla ve ortaklaşa etkinliğin yararlılığını tek tek her birey için apaçık bir şey haline getirmekle topluluğun üyelerinin birbirlerine daha da yakınlaşmasına kaçınılmaz olarak yardım etti.” (Engels) Buradan da anlaşılıyor ki; emeğin üretkinliğindeki artış düzeyinde toplumsal ilişkiler yoğunlaşır, toplumsallaşma gelişir.
İnsan alet kullanarak doğayı dönüştürebilen, bununla birlikte topluluk halinde yaşayarak, toplumsal ilişkiler geliştirme sayesinde hayatta kalabilen ve soyunu sürdürebilen yegane canlıdır. Bu nedenle insan cinsleri arasındaki ilişki diğer canlılarla kıyaslanamaz. Elbette onun biyolojik varlığı, kendinden önceki evrimleştiği türün mirasıdır. Örneğin doğurganlık dişiye hastır. Buna karşın insan söz konusu olduğunda biyolojik yapı (daha güçlü olanın ayakta kalması) bireysel denek taşı olmaktan çıkar, toplumsallık düzeyi biyolojik varlığı sürdürmenin kıstası haline gelir. O toplumsallığa neden olan ve toplumsallaşmanın düzeyini belirleyen emeğin kullanımı ve üretkenliğidir. Emek, “insanın tüm varlığının temel koşuludur. (...) emek insanı bizzat yaratmıştır.” (Engels). İnsan akıllı olduğu için toplumsallaşmamıştır, toplumsallaşmak dışında bir çaresi olmadığı için, toplumsal ilişkilerin ürünü olarak “akıllanmış”tır. İnsanın doğada varoluşu türün her bir bireyindeki yeteneklerin varlığından değil, topluluk halinde yaşayarak ortaklaşa emek sayesinde dayanışmayı öğrenmesinden gelir. İnsan biyolojik olarak doğadaki en yeteneksiz, çaresiz canlılardan biridir. O, ne çok hızlı koşabilir, ne burnu çok iyi koku alabilir, ne keskin dişleri, ne kahredici pençeleri, ne de uçmak için kanatları vardır. O ancak ve ancak toplumsal ilişki içine girerek doğa şartlarına ve bunun bir parçası olarak diğer canlıların saldırılarına karşı ayakta kalabilir.
Açıktır ki; onbinlerce yıllık insan geçmişinde salt kadın merkezli “biyolojik aile”ye rastlanmaz. İnsan söz konusu olunca biyolojik aileden değil; topluluktan, toplumsal yaşam ve ilişkiden, çocukların topluluğun ortak sorumluluğu altında olmasından, anneliğin toplumsallığından söz edebiliriz.
Aile nasıl doğdu?
Tavus kuşunun geniş yelpazeli, rengarenk tüylü olanı erkektir. O kendini bütün dişi tavus kuşlarına beğendirmek için çabalar ve dişilerden herhangi biriyle çiftleşmeye hazırdır. Dişi ise herhangi bir erkekle değil, en güçlü olanı, soyun devamı için en verimli olanı seçer. Bu örnekte olduğu gibi doğada dişi seçen, erkek seçilendir; dişi belirleyen, erkek belirlenendir.
Güvercinden de örnek verilebilir. Güvercin diğer bazı kuş türleri gibi tek eşlidir. İnsanın da bugün tek eşli oluşuna bakarak bunun doğal bir durum olduğunu söyleyebilirdik belki, ama insan kuş değildir! Onu doğadaki diğer canlıların davranışlarıyla ölçemeyiz.
Örneğin, insanın tek eşliliği, şunun şurasında birkaç bin yıldır var, oysa onbinlerce yıl boyunca insanlar çok eşli yaşamıştır. Ya da tavus kuşunda olduğu gibi insan dişisinin bir zamanlar belirleyen konumda olması, onun biyolojik seçiciliğinden değil, toplumsal yaşamda erkekten daha etkin konumda olmasındandı.
Başlangıçta aile yoktu, ne biyolojik ne de toplumun bir parçası olarak. Onbinlerce yıl bu böyle sürdü. Aile tıpkı devlet gibi, insan doğasının değil; özel mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür.
İnsan alet kullanarak doğada hazır bulunan ürünü kullanma, saklama, işleme dışında doğayı yeni ürün elde etmek için dönüştürmeyi öğrendiğinde, hem doğayla hem de başka insan topluluklarıyla ilişkilerinde köklü değişiklikler meydana geldi.
İlk insan mülkiyetsizdi. Herşey herkesindi. İnsanlar sulak verimli alanlar keşfedip oralardan ayrılmamak üzere yerleştiklerinde ilk mülkiyet biçimi; ortak mülkiyet, klan, boy, aşiret vb. mülkiyeti ortaya çıktı.
İnsanlar klan oldukları için orayı mülk edinmediler, orayı mülk edindikleri için klan, aşiret, boy haline geldiler. Bu toplulukları içinde, birbiriyle ilişkilerinde özel mülkiyet yoktu, başka insan topluluklarına karşı bulundukları alanı sahiplenme temelinde grup mülkiyeti vardı.
Diğer şeyler bir yana, öncekinden farklı olarak, grup mülkiyeti ile birlikte, genel olarak insan türünün devamlılığını sağlamanın yerini grubun, aşiretin, klanın vb. soyunu sürdürmek aldı. Burada henüz bir aileden söz edilemez. Çocukların bakımı, bütün topluluğun ortak sorumluluğundadır ve kadın birden çok erkekten döl alabilir. Kadın başka bir klandan erkekle ya da erkeklerle de birleşebilir, bu durumda kadın erkeğin yanına gitmez, erkek kadının bulunduğu topluluğa katılır.
Bilinen anlamıyla aile -kadının tek eşliliği- bireysel özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla doğdu. Grup mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş insan yaşamında nasıl köklü değişiklikler yarattıysa, ortak toplumsal hayattan aileye geçiş de insan ilişkilerinde büyük alt üst oluşlara neden oldu. Dün klanın, topluluğun devamı için soyun üretimi vardı, özel mülkiyetle birlikte mülkiyetin devamlılığı için soyun üretimine geçildi.
İlkel komünal toplumun mülkiyetsizlik aşamasında henüz güdülerinin egemenliği altında olan fakat alet kullanarak doğayı dönüştürmeyi öğrenen insan, toplumsallaşmayı başararak türün devamlılığını sağlayabilirdi. Grup mülkiyeti aşamasında doğayı yeniden üretme becerisi edinerek grubun, klanın sürekliliğini sağlamayı amaç edindi. Bireysel özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte, mülkiyetin sonradan gelene devredilebilmesi için soyun devamı, insanın kendini yeniden üretmesinin amacı haline geldi. Mülkiyet özeldi, o halde kadın da, çocuk da “özel” olmalıydı. Kadının biyolojisi tam da burada onun başına dert oldu. Özel mülkiyeti erkek kontrol ediyordu. O mülkiyetin, kendisine ait olduğu belli olan çocuğa devredilebilmesi için yalnızca bir erkeğe “ait” kadın gerekiyordu.
İlkel komünal toplumda nesneler insan içindir. Özel mülkiyete dayalı toplumlarda ise insanlar nesne içindir. Birincisinde insan için alet-üretim vardır, ikincisinde alet-üretim için insan. Özel mülkiyete dayalı toplumların en son halkası kapitalizmde ise bu “üretim için üretim”e dönüşür. Diğer canlılardan alet yapma ve kullanma becerisi ile ayrışan insan, kendisi üretim araçlarına sahip başka insanların çıkarına, kapitalist toplumla birlikte, sermayenin aletine dönüşür. Alet kullanan insan, aletin kullandığı insandır artık.
Engels, insanın toplumsal ilişkilerini belirleyen iki tür üretimden söz eder: İnsanın üretimi ve kullanım nesnelerinin üretimi. İlkel toplumda insan doğanın bir parçasıdır, alet kullanır ama henüz geçim araçlarını yeniden üreterek ihtiyaçlarını karşılayacak yetkinliğe erişmemiştir. Soyun devamını sağlayacak tarzda toplumsal örgütlenme ve işbölümü, insanın kendini üretim biçimi toplumsal ilişkilere egemendir.
Özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte insanın toplumsal doğası, doğayla ilişkileri ters yüz olur. İnsanlar doğayı dönüştürmeye devam eder ama artık ortak çıkarlar için bir arada bulunan topluluk için değil, üretim araçlarına sahip başka insanlar için. Bu andan itibaren insanın üretim biçimi değil, nesnelerin üretim biçimi toplumsal ilişkilerin belirleyicisi olur.
İlkel topluluklarda ne biyolojik aileye ne de insan icadı aileye rastlanmaz. Orada insan üretimi ve geçim araçlarını temin etmede toplumun ortak sorumluluğu vardır. Soyun üretiminde de, geçim araçlarını temin etmede de kadın erkeğe göre birincil konumdadır. Bu nedenle yönetim ve organizasyon işleri de kadının denetimindedir. Kadın içişlerinden sorumludur, erkek dışişleri ile ilgilidir. Belirleyici olan içişleridir. Durmaksızın doğum zorunluluğu ve çocuk bakımı nedeniyle kadınlar daha yerleşikti ve daha fazla toplumsal ilişki geliştirebiliyorlardı. Erkekler avcılıkla meşguldü. Buna rağmen geçim araçlarını da esasen kadın temin ediyor, yiyeceklerin saklanması için gerekli araçların üretimi ve saklama teknikleri de kadının eseri oluyordu. Bugünkü düşünüş biçimiyle ele alırsak bu doğal işbölümü kadına dezavantaj değil, toplumsal yaşamın örgütlenmesi bakımından, toplumdaki önemi bakımından avantaj sağlıyordu. O gün bu bir avantaj sayılmazdı elbette, bu durum kendiliğinden oluşan bir doğallığı tarif ediyordu.
Tekniğin gelişimi, üretkenliğin artması, özellikle tahıl üretiminin öğrenilmesi ile birlikte durmaksızın enerji harcayacak insan gücüne gereksinim arttı. Bu güç daha çok erkeklerden temin edilebilirdi. Bu erkeğin daha güçlü olmasından değil; daha çok boş zamanı olmasındandı. Kadın hamilelik ve ilk çocuk bakımı nedeniyle gereksinim duyulan insan enerjisinin daha azını karşılayabilecek durumdaydı. Erkek avcılık-göçerlikten üretim için yerleşikliğe geçti. O da artık içişlerinin ortağıydı, ama dışişleri de onun sorumluluğunda kalmaya devam etti. Topluluğun ihtiyacından fazla ürün üretilmeye başlandığında, fazla ürünü başka toplulukların farklı ürünü ile değiştirme olanağı ortaya çıktığında bu iş erkeğin sorumluluğunda kaldı. Nesnelerin üretimi için gerekli insan gücünün artan önemi ile birlikte erkeğin önemi de arttı. Böylelikle kadın, soyun üretimini denetiminde tutmaya devam ederken geçim araçlarının üretiminde denetim erkeğe geçti. Cinsel işbölümünün bu biçimde gelişmesi kaçınılmaz olarak kadınla erkek arasındaki önceki ilişki biçimlerinde temel değişiklikler yarattı. Fazla üretim özel mülkiyeti doğurdu. Geçim araçlarının üretiminin denetimi, erkeğin eline geçtiği için mülkiyetin denetimi de ona kaldı. Bu değişikliklerle birlikte kadın topluluğun soyunu üreten toplumsal birey olmaktan çıktı, böylelikle kadın erkeğin mülkiyetini sürdürmek için bir araca dönüştü, ardından erkeğin düpedüz mülkiyeti-nesnesi haline geldi. Aile tam da kadının bu nesneleşme sürecinin ürünüdür. İngilizcedeki aile kavramının (family) kökeni Roma'dır. Erkeğin sahipliği altındaki kadınlar ve köleleri tanımlar. Kadın ve köle aynı şeydir. Aristo'nun köleyi “sesli alet” olarak nitelediğini hesaba katarsak, kadın da erkek soyunun devamı için doğuran alet, erkeğe zevk vermek için cinsel alet, ev işleri için doğal alet olarak görülmüştür, diyebiliriz.
Firestone şöyle söyler; “ailenin içinde, daha sonra toplum ve devlet içinde ortaya çıkan tüm çatışmaların çekirdeğini, tohumunu taşıdığını söylediğinde Marx, kendisinin de farkında olmadığı ölçüde önemli bir şeye değinmişti. Çünkü egemenlik gereksinmesinin her zaman için sızabileceği bir yarık olan biyolojik ailenin köklerini devrimle sökmedikçe sömürü tenyası hiç bir zaman yok edilemeyecektir.” Marx diyor ki, başlangıçta aile yoktu. O tıpkı devlet gibi özel mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür. Aile, sınıfsal egemenlik biçimlerinin cinsel yansısının durmaksızın üretildiği ve bu tarzın soyun üretim biçimine egemen olduğu toplumun en küçük çekirdeğidir. Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla egemenlik, insanın insana egemenliği de ortadan kalkacaktır. Ailenin olduğu yerde, kadının köleliği, ailenin içinde var olduğu mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak, şu ya da bu düzeyde varlığını korur. Aile, tıpkı devlet gibi tarihsel bir kavramdır ve yine devlet gibi insanın doğal varoluş biçimine yabancıdır ve geçiciliği tarif eder. Firestone'un söylediği biçimiyle “biyolojik aile”nin değil, toplumun ürünü “aile”nin kökleri devrimle sökülüp atılacaktır.
Aile nasıl yok edilecek ve “kadın devrimi” gerekli mi?
Komünizmde ne devlete ne de aileye yer vardır. Orada insan kendi doğasına yeniden kavuşur. Bunun nedeni onun ilkel yaşama ve ilişki biçimlerine dönüşü değildir. İlkel toplumda doğa-insan vardı, komünizmde insan-doğa olacaktır. Birincisinde doğa insana egemendir, ikincisinde insan doğaya. İnsanın doğaya egemen olması emeğin üretkenliğinin doğa güçlerine yaklaşması ya da düpedüz ona dönüşmesiyle geçim araçlarının her insanın bedelsizce ulaşabildiği ölçüde bollaşmasıdır. Komünizmde nesne için insan, yerini insan için nesneye bırakır. Bir kez bu gerçekleşti mi, insanın insan üzerinde egemenliğini ya da yönetimini gerektirecek her türlü toplumsal araç yok olup gidecektir. Ne devlete ne aileye insanların hiçbir gereksinimi kalmayacaktır.
Sosyalizmde devlet gibi, aile de henüz varlığını korur. Devlet bastırılması gereken eski sınıf kalıntıları ve üretim araçlarının toplumsallaşmasının bir aracı olduğu için belirli bir süre zorunludur. Bu zorunluluk onun bürokratik asalak niteliğini ve yabancılaşma nesnesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu nedenledir ki; yok edilmesi, yok edilmesinin koşullarının oluşturulması tıpkı onun varlığı gibi zorunludur. Aile için de benzer şeyler söylenebilir. Aile bir çırpıda yok edilemez. Çocuk bakımının bütünüyle toplumun üstleneceği şartları hazırlamak bir yana, miras hukukunun zerresinin bile kalmayacağı koşulların oluşturulması gerekir. Çünkü, ailenin üzerine yükseldiği temel budur. Bu da yalnızca üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin değil, kişisel birikimin de yok edilmesini gerektirir.
O halde bir kadın devrimine ne gerek var?! Mesele bu biçimde ele alınamaz. Deneyimler göstermiştir ki üretim araçlarını toplumsallaştırmak ve kadınla erkek arasındaki cinsel ayrımcılığa neden olan her türlü hukuksal ve toplumsal eşitsizliğe son vermek kadınların kurtuluşu için yeterli değildir. Sosyalizmle birlikte kadınlar o ana dek asla tanık olmadıkları haklar ve özgürlükler elde etmiştir. Buna karşı aile varlığını korumuştur. Bu iki nedenle böyledir. Birincisi, sosyalist üretkenlik henüz çocuğun bütün bakımını toplumun üstleneceği denli yüksek bir düzeye erişmemiştir. Doğaldır ki, çocuk bakımının tümü değilse de bir bölümü hala onu üreten kadın ve erkeğin sorumluluğundadır. Çocuk bakımı henüz bütünüyle toplumsallaşmamıştır. İkincisi, “herkese emeğine göre” ilkesi geçerlidir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmiştir, fakat emeğin üretkenliği “herkese ihtiyacına göre” verebilecek düzeyde değildir. Herkes kattığı emek oranında toplumsal gelirden pay alır. Bu da kişisel birikimin sürmesine neden olur. Bu nedenle kişisel kullanım nesneleri birikiminin sonradan gelene devredilmesi, miras hukuku bu çerçevede varlığını korur. Bu iki neden köklü biçimde ortadan kaldırılmadan aile, bir kurumsal yapı olarak toplumu oluşturan temel ögelerden biri olmaya devam edecektir.
Sosyalizmle birlikte aile içinde erkeği birincil yapan hukuksal ve toplumsal eşitsizlikler yok edilir. Erkekle kadın arasında gelir, iş, öğrenim görme, miras devretme ve alma, yönetime katılma vb. hiçbir ayrım kalmaz. Erkek neyse kadın da odur.
Fakat bu eşitlenme kadın için erkek egemenliğinden “tam kurtuluş” anlamına gelmez. Salt ailenin var olması bile bu “kurtuluş”un temel engelidir. Sosyalizmde erkek aileye karşı onu ayrıcalıklı kılan bütün sorumluluklarıyla birlikte “yük”ten de kurtulur. Kadın ise belirli bir süre çocuğa bakmak zorundadır. Kadının biyolojik yapısı onun prangası haline gelir. Firestone burada haklı gibi görünür. Fakat bu bir yanılgıdır. Kadını aileye çivileyen temel neden çocuk bakımının tam toplumsallaşmasının henüz gerçekleşmemesidir. Bunun gerçekleştiği yerde biyolojik annelik hiçbir biçimde bir kölelik haline gelmez.
Baba-anne-çocuk biçiminde dizilen burjuva çekirdek ailede önceki erkek egemen toplumlarda olduğu gibi kadın, bir araç, bir alet olmaktan kurtulamaz. Nasıl ki meta haline gelen işgücü sermayenin yeniden üretimi için sermayenin bir nesnesi ise, nasıl ki yeni sermayenin biricik kaynağı olan işçinin ödenmemiş emeği, yeniden üretim sürecinde işçiyi sermayeye bağlamanın bir nedeni haline geliyorsa, nasıl ki işçi kendi yarattığı değer ile kendisinin yeniden köleleştirilmesinin koşullarını oluşturuyorsa, kadın da burjuva çekirdek ailede baba ile çocuk arasında benzer bir konumda bulunur. Ve nasıl ki proletarya sömürüden kurtulmak için sermayeyi sermaye olmaktan çıkarması gerekiyorsa, kadının da erkeği, egemen toplumsal erkeği “erkeklik”ten çıkarması gerekir.
Sosyalizmde çekirdek aile varlığını korur ama dizilimi değişir, anne-çocuk-baba biçimine dönüşür. Bu hemen böyle olmaz. Çocuk bakımının toplumsallaşması ve bireysel birikime duyulan ihtiyacın azalması oranında baba önemini yitirir. Tarif edilen en ileri biçimdir. Başlangıçta birbirine karşı zorunlulukları olan bireylerin birliği biçiminde aile uzun süre devam eder. En ileri halde dahi anneliğin toplumsallaşmadığı koşullarda anne-çocuk ailesi sürüp gider. Sonunda erkek katılmasa da aile sorumluluğu çocuk bakımı nedeniyle kadında kalacağı için “aile” en iyi, en gelişkin, en rahat halde dahi kadın için özgürleşmeye engel bir bağ olarak duracaktır. Kuşaktan kuşağa akıp giden gelenekler de, ne denli hafiflerse hafiflesin bir “yük” olarak kadının belini bükmeye devam eder. Erkek egemenliğini şu ya da bu ölçüde kuşaktan kuşağa aktaran temel kurum ailedir. Böylece aile nesnel olduğu kadar ideolojik olarak da kadın tarafından sürdürülen ve kadının kendi eliyle özgürleşmesine engel olan nedenleri üretir.
Bu gerçeklerden şu sonuçlara ulaşabiliriz. Kadınlar burjuva toplum içinde ekonomik ve toplumsal kurtuluş için cins ayrımı gözetmeksizin işçi sınıfı ile birleşik halde, onunla tam bütünlük halinde burjuvaziye karşı savaş halinde olurken aynı zamanda, erkek egemenliğini ve ayrıcalıklarını yok etmek amacıyla her sınıftan erkeğe karşı iç içe geçmiş bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler. Bunlardan biri diğerinin yerine ikame edilemez. Burjuvaziye karşı erkek işçiyle birleşen emekçi kadın, erkeğe karşı bütün emekçi kadınlarla birleşmek zorundadır. İki tür örgütlenme ve mücadele iç içe geçmiştir: Sınıf mücadelesi ve cins ayrımcılığına karşı mücadele. Her ikisi de kopmaz biçimde birbirine bağlıdır. Cins ayrımcılığına karşı savaşım sınıf mücadelesinin bir bileşeni olarak görülüp geçiştirilemez. Tam da bu yaklaşım erkek egemenliğini yeniden ve yeniden üretir. Emekçi kadınlar burjuvaziye karşı erkek işçilerle birlikte ne denli sert mücadelelere girişirse girişsin, onu ne denli geriletirse geriletsin, ne denli alt ederse etsin erkek egemenliğine karşı pratik, etkin, güçlü bir karşı koyuş göstermezlerse ikinci cins olmaktan kurtulamazlar. Emekçi kadınlar sınıf mücadelesine nasıl bir sınıf iradesi ve bilinciyle katılıyorlarsa erkek egemenliğine karşı da bir kadın iradesi ve bilinciyle hareket etmelidir. Erkek egemenliğine başkaldırmayan kadın, burjuvaziye karşı mücadeleye de etkin katılamaz. Burjuvaziye karşı mücadeleye atılmayan kadın, erkek egemenliğinin yıkılmasının yolunu açamaz. Buradan da anlaşılıyor ki sınıf mücadelesine kadın; kadın bilinci, iradesi, örgütlülüğü ile katıldığında ancak potansiyel gücünü açığa çıkartır. Sosyalizm mücadelesi bir emekçi kadın için sosyalizm için mücadelesiyse, toplumsal devrimse; erkek işçiden farklı olarak o denli kadının kurtuluş mücadelesi, kadın devrimidir de. Kadın devrimi burjuvaziye karşı olduğu kadar erkek egemenliğine de cephe açar. O halde kadın devrimi, toplumsal devrimin zorunlu bir bileşenidir.
Bu zorunluluk sosyalizmde ortadan kalkmaz. Tam aksine çok daha gerekli hale gelir. Anneliğin toplumsallaşarak kadının ev, aile bağlarının tümden dinamitlenmesi, ailenin yok edilmesi, erkek egemenliğini üreten gerici geleneklere karşı kesintisiz savaşım, kadın devriminin sosyalizmde sürdürülmesini gerektirir. Sosyalizm kadının kurtuluş yolunu açar ama bu bir süreçtir ve kurtuluş mücadelesi komünizme kadar sürer. Her kurtuluş mücadelesi gibi bu da örgütlü iradeyi gerektirir.
Firestone kadın devrimini kadının biyolojik yapısının doğal işlevinden çıkarılmasında görür. Oysa asıl olan toplumsal baskı mekanizmalarının yok edilmesidir. Bugün ve yarın kadının toplumsal yaşamda oynaması gereken rolü yerine getirebilmesi, ondaki devrimci özün örgütlenmesi ile olanaklıdır. Kadını köleleştiren toplumsal baskı mekanizmalarını, onları oluşturan nedenlerle birlikte tarumar edecek olan da budur.


Teoride Doğrultu 
Aralık 2007-Ocak 2008
Sayı 28
Cinsel Devrim
Deniz Devrim
I.
Kadın devrimi, özünde cinsel devrimdir. Bu devrim, kadınların salt kadın doğdukları, onları hayatlarının sonuna kadar erkek karşısında ezilen cins haline getiren toplumsal temellerin devrimci bir altüstle ortadan kaldırılmasını tanımlar. 
Kadınla erkek arasındaki cinsel eşitsizlik, ezilen-ezen ilişkisi onların doğalarından kaynaklanmaz. Bu eşitsizlik belirli bir tarihsel anda insanlar arasında ortaya çıkan, özel mülkiyete dayalı toplumsal ilişkilerin ürünüdür. Kadın üzerinde erkeğin tahakküm kurmasına neden olan bu toplumsal temel kökten yıkılmadıkça, kadın sorunu nihai olarak çözüme kavuşturulamaz.
İnsanlar iki tür üretim ilişkisinde bulunur; soyun ve geçim araçlarının üretimi. Birincisi, soyun üretimi insanın diğer bütün canlılarla ortak yanını temsil eder, ikincisi, geçim araçları üretimi ise yalnızca insana özgü olanı. Soyun üretiminde doğa insana egemendir ya da bu alanda insan doğa tarafından belirlenen herhangi bir canlıdan farksızdır. Buna karşın geçim araçları üretiminde insan, bu üretimin gelişkinliği ölçüsünde doğa üzerinde hâkimiyet kurar ya da doğayı insan ihtiyaçları için dönüştürür. 
İnsan bireyi, kendi başına kalarak varlığını sürdürmeye yetecek doğal yetilerden yoksundur. Bu nedenle o, geçim araçları temin etmek ve soyunu devam ettirebilmek için, zorunlu olarak toplumsal ilişkilere girer. Geçim araçlarının üretim biçimi, soyun üretimi de dâhil bütün toplumsal ilişkilerin alacağı biçimi belirler. 
Geçim araçları üretiminin ortaklaşa –komünal– olduğu dönemde, soyun üretimi de komünal niteliktedir. Her iki üretim alanında da kadın etkin ve belirleyici, erkek daha çok onun tamamlayıcısıdır. İnsan topluluğunun varlığını sürdürebilmesi için kadın doğurganlığı merkezi önemdedir. Geçim araçları çok yetersizdir. Kadın, ne denli çok doğurabilir ve çocuklar topluluğun ortak ürünü olarak topluluk tarafından ne denli iyi yetiştirilebilirse, topluluk o denli kendini üretebilmektedir. Doğum yapan, çocukları ortaklaşa büyüten ve ilk elde temel geçim maddesini üretenler kadınlar olduğu için onlar, topluluk içinde erkeğe göre belirleyici konumdaydılar. 
Üretim araçlarındaki gelişme, geçim maddeleri, üretim tarzında değişikliklere neden oldu. Yerleşik hayata geçişle birlikte geçim maddelerinin üretiminde erkek öne geçti. Bu yeni bir işbölümü demekti: Kadın soyun devamı, –doğum, çocuk bakımı, ev işi– erkek ise geçim araçları üretiminde bulunacaktı.
Bu işbölümü üretim araçlarındaki gelişmeyi daha da tetikledi. Bunun sonucu olarak topluluk içinde, fazla ürün ve bu ürünün yakındaki diğer toplulukların fazla ürünü ile değişim ilişkisi ortaya çıktı. Fazla ürünün artışına bağlı olarak topluluğun bir bölümü, bu artı ürünü mülk edinerek hâkim güç haline geldi. Başlangıçta, mülkiyet olmadığı için topluluğun idaresi, doğal etkinliği ve becerisi erkekten fazla olan kadınlar tarafından yürütülüyordu. Özel mülkiyet ortaya çıkınca, daha önce geçim araçları üretiminde erkek belirleyici hale geldiği için, fazla ürünün denetimi ve mülkiyeti doğal işbölümü gereği erkeğin alanında kaldı. Özel mülkiyetle birlikte doğal etkinlik ve beceri değil, mülk edinilmiş servetin miktarı, toplumun idaresinin kimler tarafından üstlenileceğini belirleyen kıstas haline geldi. Mülkiyetle birlikte toplumun idaresi de erkeğe geçti. Yeni durum köklü değişikliklere neden oldu. Kadınların belirleyici olduğu ana-soylu toplumda kadınlar, topluluğun komünal ilişkilerini sıkılaştırarak, topluluğun ortak gelişimini güçlendirmeye çalışıyorlardı. Özel mülkiyet toplumunda ise egemen erkekler, servet sahibi olanların olmayanlar üzerinde hâkimiyetlerini sürdürmek için, egemenlik için topluluğun bir kısmının aleyhine, diğerlerinin refahı için yönetimi üstlenmişlerdi. 
Toplum sınıflara bölündü. Bu sınıflaşma içinde kadın bağımsız bir etken değildi. Üretim araçları bütünüyle erkeklerin elindeydi. Üretim araçlarının büyük bölümünü elinde bulunduran, daha az üretim aracına sahip olan ve üretim araçlarından yoksun erkekler vardı. Kadının üretim araçları ile herhangi bir sahiplik ilintisi kalmamıştı. Üretim araçları üzerinde, erkek özel mülkiyetinin hâkim hale gelmesiyle birlikte, geçim araçları üretim biçiminin komünal niteliği son buldu. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak soyun üretiminin toplumsal –ortaklaşa– niteliği de, topluluğun yeniden kendini topluluk olarak üretme zorunluluğu da ortadan kalktı. Bundan böyle kadınların görevi, en zengininden en yoksuluna, mülk sahibi erkeklerin soyunu sürdürecek, mirasın devamlılığını sağlayacak, babası belli çocuklar doğurmak oldu. 
Soyun üretimi için, geçim araçlarını ortak temin etme ve tüketme zorunluluğu, yerini servetin aktarımı için soyun üretimi gerekliliğine bırakmıştı. Birincisinde, soyun üretimi topluluğun üretimi anlamına geliyordu ve toplumun ortaklaşan amacıydı, buna karşın geçim araçları üretimi, bu amacı gerçekleştirmenin aracıydı. İkincisinde tam tersinedir; soyun üretimi toplumsal amaç niteliğini yitirir ve bireyselleşir. İnsan soyunun üretimi amaç olmaktan çıkar, servetin aktarımının aracı haline gelir, üretim araçlarını mülk edinme ve mirası sürdürmek ise amaç durumuna yükselir. 
Bu demektir ki, özel mülkiyet –nesne– insan faaliyetinin ve ilişkilerinin amacı; insan –özne– özel mülkiyetin aracına dönüşmüştü. Nesneler dünyası şu ya da bu düzeyde, erkeğin denetiminde ve mülkiyetindeydi. Doğaldır ki, özel mülkiyet erkeklerle özdeşleşmişti. Bu kadınlarla ilişkisinde erkek cinsinin “şeyleşmesi”nin başlangıcıydı ki, bu, erkeğin insanlığını yitirmesi ya da bir başka deyişle, insansızlaşması anlamına geliyordu. O, ruhunu özel mülkiyete satmıştı. Ve O, mülkiyet nezdinde nesne, kadın karşısında erkek bedeninde ete kemiğe bürünmüş, canlanmıştı. Kadın ise özel mülkiyetten bütünüyle yoksundu, bu nedenle, böyle kaldığı müddetçe insani değerler kadın bedeninde varlığını sürdürdü ve kadın, bu değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasına kaynaklık etti. Buna karşın kadın, özel mülkiyetin devamlılığı için, onu elinde bulunduran erkeğin bir kullanım nesnesine dönüştürülmüştü. fieyler, nesneler erkek ruhu ile insan kılığına bürünürken insan, kadın varlığında araçlaştırılıyordu. Daha tam ifadeyle nesne erkekleşirken, kadın nesneleşiyordu. Nesne-erkek karşısında, insan-kadın bir “Hiç”ti artık.
Özel mülkiyetin egemen olmasıyla birlikte üretim araçları sahipliği ile ilişkisinde, kadınların bu “Hiçlik”i maddi üretim tarzı üzerinde yükselen toplumsal üst yapıda da kadınları “Hiç”leştirdi. Hukuk, eğitim, din, sanat, bilim, felsefe, her türden yönetim işi, politika, askerlik kısacası bütün bir üst yapı; devlet bütünüyle “Erkek”ti. Kadınlar bütün bu alanlardan dışlanmış, kölesi olduğu erkeğin gardiyanlık yaptığı “Ev hücresi”ne kapatılmıştı. Üretim tekniklerindeki gelişme sonucu o günkü topluluğun ihtiyacını aşan, “Fazla ürün”ün ortaya çıkması toplumun bir bölümü için “Fazla zaman” anlamına geliyordu. Çünkü böylece insanların bir bölümü, diğerlerinin çalışması sonucu elde edilen ürünle, yaşamlarını çalışmadan sürdürme olanağı elde ediyordu. Toplumun henüz ortaklaşa –komünal– ilişkileri sürdürdüğü, özel mülkiyetin henüz egemenliğini tam olarak ilan etmediği koşullarda üretkenliğin az çok artmasıyla, çok kısıtlı da olsa “Fazla zaman” ortaya çıktığında, bu “Fazla zaman” topluluğun ortak hazinesi haline geliyordu. Kadınlar, topluluk içinde etkin ve belirleyen konumlarını koruyor olduklarından, bu “Fazla zaman” kadınlara düşünsel ve sanatsal yetilerini geliştirme olanağı veriyordu. Özel mülkiyetin üretim araçlarını elinde bulunduran erkeklerde somutlaşmasıyla birlikte, “Fazla zaman” da onların mülkiyetine geçti. Kadınlar düşünsel, sanatsal, yönetsel yeteneklerini geliştirme, yeni beceriler edinme olanaklarından yoksun bırakıldı. Bilim, felsefe ve sanat yalnızca “Erkekti” artık ve kadın onlar karşısında bir “Hiç”ti. 
Özel mülkiyetin ortaya çıkması ve bu mülkiyetin “Erkek”leşmesi, erkekle kadın arasında salt bir ezen-ezilen ilişkisi meydana getirmedi, bundan çok daha ağır sonuçlara yol açtı. Dünyanın erkeğin evi ve evin kadının dünyası haline geldiği bu yeni durumda, kadınlar başka insanlarla ilişkisinde bir özne, bağımsız bir kişilik, “Kendisi için varlık” olmaktan çıktı. Kadınlar kendilerine sahip olan erkeklerin kullanım nesneleri haline geldi. Kendisi için de bir “Hiç”, kendi varlığı karşısında da “Kendisi için hiç”leşti. O, bir varlık olarak kendinde içkin, kendisi için bir yaşama amacından yoksunlaştırıldı. O, erkek için vardı, “Erkek için varlık”tı. Görevi erkek soyunu devam ettirmeye hizmet eden bir alet olmaktı. Bir alet; çocuk doğuran ve yetiştiren, erkeğe cinsel zevk veren, ev işi yapan bir alet! Onun varlık hakkından kaynaklanan ne sınıfı, ne de statüsü vardı. O hangi sınıftan ve statüden erkekle birlikteyse, onunla anılırdı. Çünkü o, bir “kişi” değil, erkeğin kullanım nesnesiydi. O, bir özne, bir “kişi” sayılmadığı için onun bir adı da yoktu; o hangi erkeğe “ait” ise onun adını alırdı. 
Erkek egemenliği geliştikçe ev kadının mezarı, evlilik tabutu oldu. Gelenekler ve dinsel bağnazlık kadını salt kadın olduğu için aşağıladı. Kadın, erkek egemen ailenin, geleneklerin ve dinin esareti altında cehennemî bir hayata mahkûm edildi. “Öbür dünya”nın cennetinde dahi onlara yer yoktu. Evlendiği ana kadar kadının birinci görevi cinsel organındaki zara evleneceği erkek adına bekçilik yapmak, evlendikten sonra o erkek için çocuk doğurmaktı. Evleneceği erkeği seçme hakkı yoktu; o bir erkek tarafından –baba, ağabey ya da ailenin bir başka erkeği tarafından– bir başka erkeğe (kocaya) devrediliyordu. Onun, doğal cinsel zevk güdüsü dahi yok sayılmış, cinsel zevk yalnızca erkekle özdeşleştirilmiş, kadın bu alanda da “kendisi için hiç”leştirilmişti. Belki bunlardan daha da önemlisi; bu cehennemî yaşamın, bu kendisi için varlıksızlık halinin, kadın doğasının bir gereği olduğunun, erkekler gibi kadınlara da benimsetilmesiydi. Kadın yalnızca kendi bedeni üzerindeki hakimiyetten yoksun bırakılmamıştı. O kendi düşüncesinden, kendi duygusundan, kendi davranışından da “Kendisi için düşünce”, “Kendisi için duygu”, “Kendisi için davranış”tan da yoksunlaştırılmıştı. O, erkek için bir varlıktı; erkek için düşünür, erkek için duygulanır, erkek için davranırdı. O, erkek için kendisine karşı kendi bedenine, cinselliğine, duygu ve düşüncesine gardiyanlık yapardı. O, sadece erkeğe aitti, onun var oluş nedeni buydu. Doğaldır ki, hiçbir koşulda ve hiçbir konuda “Kadın hakları”ndan söz edilmezdi. Onun hakları yoktu, yalnızca görevleri vardı. Erkeğin fiziksel, cinsel, manevi şiddeti karşısında kadına boyun eğmek düşüyordu. Kadın, erkeğin şiddetine maruz kalmışsa mutlaka bunu hak edecek bir davranışta bulunmuş demekti. “Hak” kavramıyla kadın arasında herhangi bir ilişki kurulmuyordu. 
Açık ki, kadınla erkek ilişkisinde kadının proleteri ve erkeğin burjuvayı temsil ettiği belirlemesi ne denli doğru olsa da sorunu bütünüyle gözler önüne sermekte yetersizdir. Proleterin emek gücünün sermayenin kullanım nesnesi olması, proleterin ürettiği artık zamana sermayenin karşılıksız el koyması yoluyla emeğin sömürüsü, sermayenin emek üzerinde tahakküm kurması vb. açılardan kadınla erkek ilişkisi proleter ve burjuva ilişkisine benzeştirilebilir. Yine de kadın proleterle özdeşleştirilmez. Proleter, emek gücünü sermayeye kiralar, kadının ise bedeni üzerinde en küçük bir söz hakkı yoktur. Onun yalnızca ürettiği “artık zamana” el konulmaz, o nefesinin son anına kadar erkeğe “ait”tir. Proleterin iş saatleri dışında kendine ait zamanı vardır, erkekle ilişkisinde kadının herhangi bir kendine “ait”liğinden söz edilemez, kadınla erkek arasındaki ilişki gerçekte bir varlık ve “hiç”lik ilişkisi, kadının erkek için varlık ve “kendisi için hiç”lik ilişkisidir.
İnsan cinsel doğasını seçme özgürlüğüne sahip değildir. Kadın bir kez “Kendisi için hiç”leştirildi mi, toplumsal koşullar aynı kaldığı müddetçe bu “hiç”liği durmaksızın yeniden üretir. Bu nedenle kadınlık, özel mülkiyet dünyasının “hiç”liğidir. Kadının yeniden bir “Kendine ait varlık” olması, özgürleşmesi, yalnızca özel mülkiyet düzeninin “Hiçleştirilmesi”yle olanaklıdır.
II.
Aristokrasiyi yıkarak iktidarı ele geçiren burjuvazi yeni bir düzen kurdu. Burjuvazi, halkın egemenliğini ilan ediyordu. Onlara göre toplum soylular ve soylu olmayanlar şeklinde bölünemezdi, toplum eşit haklara sahip yurttaşlardan oluşuyordu. Halk egemenliğinden kastedilenin gerçekte sermaye egemenliği olduğu, “Eşit yurttaşlık”ın da, “Paran kadar eşitlik” anlamına geldiği bir yana; “halk” ve “yurttaş” kavramları yalnızca erkekleri içeriyordu. “Halkın hakları”, “İnsan hakları”, “Yurttaş hakları” derken, “Halk, insan, yurttaş” yalnızca erkeğe ait bir sıfat sayılıyordu. Sıfat ismi nitelediğine göre, kadının bir insan olarak varlık, kişilik adı yoktu ki, insanı niteleyen sıfatları haiz olsun.
Burjuva devrim bir burjuva erkek devrimiydi. Seçme seçilme hakkından tutalım da mülk edinmeye kadar, dün neyse bugün de öyle, kadınlar her türlü haktan mahrum olmaya devam etti. Erkek seçmen, erkek meclis, erkek hükümet, erkek öğrenci, erkek hekim, erkek hâkim, erkek memur vb. hayatın her alanı yalnızca ve yalnızca erkeklere aitti. 
Burjuva düzende de kadın, “Kendisi için varlık”, erkeklerle eşit haklara sahip bir “Kişilik” olarak tanınmıyordu. Toplumsal ilişkilerde olduğu gibi ev içinde de, erkek egemenliği bütün hoyratlığıyla sürüyordu. Ne erkeğin cinsel, fiziksel, manevi şiddeti cezalandırılıyor, ne de kadının istediği an boşanma hakkından söz ediliyordu.
Burjuva erkek, geçmişin erkek egemenliği mirasını sahiplenme ve sürdürmede pek heveskar görünse de, sermaye, eski düzenin üzerinde yükseldiği toplumsal maddi temellere giderek daha büyük bir hırsla saldırıyordu. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda eski geniş aile parçalanıyor, erkekler gibi kadınlar ve çocuklar da proleterleşiyordu. Proleterleşen kadın geçim araçları üretimine “Özgür emekçi” olarak katılmaya başlıyordu. Böylece onu soyun üretimi ile görevli kılan dünün işbölümü, sermayenin egemenliği ölçüsünde ortadan kalkıyordu. Kadın, ev-aile dışı dünyaya açılma, orada var olma olanağı bulmuştu. Kadın için bu “Yeni dış dünya”da, çalışma hayatında, emekçi kadın erkek emekçiyle ilişkisinde ve patrona karşı bir emekçi olarak “Kişilik” haline geliyordu. Kadın, değişim için geçim araçları üretiminde “Bir varlık”tı artık. Dış dünyanın yalnızca erkeğe “ait”liğinin zemini sermayenin egemenliği büyüdükçe yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. 
Yalnızca proleterleşen kadınlar için değil, burjuva erkeğin denetimindeki burjuva kadınlar için de “Dış dünya” bir gerçeklik haline geliyordu. Burjuva kadının burjuva erkeğin yanında onun karısı ya da burjuva ailenin bir üyesi olmasından kaynaklanıyordu. O da diğer kadınlar gibi seçme-seçilme, okuma, meslek edinme, yönetime katılma haklarından yoksundu. Oysa bu hakları elde edebileceği koşullar oluşmuştu. Burjuva kadın, burjuva erkekle birlikte burjuva sınıfın bir unsuru olarak çalışma hayatına katılıyordu. Bu, kadının “varlık hakkı”nı savunmasının şartlarını yarattı. Artık o bir “yeni kadın” olarak mülk edinme, seçme-seçilme, eğitim görme ve meslek sahibi olma hakkına sahip olmak istiyordu. 
Hem proleter, hem burjuva kadınlar açısından burjuva devrimin ufkunda kadın, bir “kişilik” olarak yeniden doğuyordu. Ne var ki bu, onu, erkek karşısında özgür-eşit kişilik haline getirmeye yetmeyecekti. Erkek egemenliğinin tarih sahnesine çıkmasına neden olan asıl sebep yerli yerinde duruyordu. Mülkiyetin-mirasın devamı için babası belli çocuklar doğurmak, kadının vazgeçilmez görevi olmaya devam ediyordu. Dış dünyaya ne denli açılırsa açılsın kadın, bir cinsiyet olarak erkeğin kullanım nesnesi, aleti olmayı sürdürecekti. Sermaye düzeni nasıl özel mülkiyetin yeni bir biçimde üretilmesi ise, erkek egemenliği de eski özünü koruyarak yeni biçimlerde var olacaktı.
Proleterleşen kadınla birlikte kadın, emek gücünü satacağı patronu seçme özgürlüğüne kavuşması anlamında, kendi emeği üzerinde söz sahibi olma olanağını elde etti. Hakeza, burjuva kadının burjuva erkekten bağımsız olarak burjuva olma, yani mülk edinme ve mülkü yönetme isteği için gerekli koşullar oluştu. Bu yeni maddi temel, bir bilinç biçimine dönüşecek ve kadınlar “dış dünyada” erkeklerle eşit haklar talep edecekti. Nihayet bu “Dış dünya”da, kadının toplumsal etkinliği arttıkça, eşitlik isteği daha güçlü bir kadın iradesinin konusu haline geldi.
III.
Sermaye düzeninin erkek egemen niteliği, onun salt geçmişten devraldığı erkek egemenlik biçimlerini sürdürme ısrarından gelmez. Kadının eşitlik mücadelesi, dünkü erkek egemenlik biçimlerini ortadan kaldırsa bile bu erkek egemenliğinin ortadan kalkması sonucunu doğurmaz. Sermaye düzeninde erkek egemenliğinin üretilmesinin kendine özgü yasaları vardır.
Başlangıçta –özel mülkiyetle birlikte– kadın kendisinin sahibi olan erkek için bir kullanım nesnesi, kendisi için bir “hiç”ti. O erkek için doğmuştu ve erkek için doğuracaktı. O hangi erkeğin mülkiyetindeyse, o erkeğin kullanım değeriydi. Erkek çocuk doğurganlık düzeyi, ev içi hizmet üretimi, erkeğe sunduğu cinsel zevk, kadının kullanım değerini belirleyen başlıca ölçütlerdi.
Kapitalizmin egemenliğini ilan etmesiyle birlikte kadının hayatı iki dünyaya, eski ve yeni, ev ve iş dünyasına bölünür. Ev söz konusu olduğunda kadının konumu, onun erkek karşısındaki pozisyonu, bir kullanım nesnesi olma gerçeği, özünde değişmez. O, evdeki erkeğin egemenliği altında kalmaya devam eder. Geçmişten farkı, feodal geniş ailenin yerini çekirdek ailenin alması nedeniyle, evdeki erkek sayısının azlığıdır. Evli kadın için koca, evlenmemişler için erkek kardeşler ve baba, erkek egemenliğinin evdeki başlıca unsurlarıdır. “Dış dünyada” ise durum bambaşka bir hal alır.
Sermaye, dün yalnızca evdeki erkeklerin kullanım nesnesi, bedeni ve emeğiyle onlara kullanım nesnesi üreten kendisi de kullanım nesnesi olan kadını ücretli işçiye dönüştürerek, onun emek gücünü metalaştırarak, onu evin dört duvarı arasından çekip çıkarır. Ama bu kez herhangi bir erkek işçi gibi kadının emek gücü sermayenin kullanım nesnesine dönüşmekle kalmaz, O “dış dünyada” sermayenin kullandığı ve sermaye tarafından bütün erkeklerin hizmetine sunulan bir cinsel meta haline getirilir. Yalnızca emek gücü değil, sermaye egemenliğinin gelişmesi ölçüsünde bir bütün olarak kadın cinselliği, kadın bedeni, bir varlık olarak kadını metalaştırılır.
Sermayenin egemenliği geliştikçe kadının geçmişten çok daha yaygın biçimde seks kölesi haline getirilmesi, bedeninin ‘fuhuş’ pazarına sürülmesi, bu gerçeğin yalnızca çok küçük bir parçasını ifade eder. Evdeki erkeğin kullanım nesnesi olmaya devam eden kadın, “Dış dünya”da erkekler karşısında bir “Kişilik” değil, bir cinsel obje, tek tek kadınlardan bağımsız cins olarak kadın kimliği, bedeni ya da varlığı bir cinsel meta konusu haline getirilir. O, evdeki erkeğe karşı mücadelesinde ne denli başarılı olursa olsun, o erkeğin ne denli kullanım nesnesi olmaktan çıkarsa çıksın, O, bu kez sermayenin egemenliği altında bütün bir erkek cinsine sunulan cinsel bir meta olmaktan kendini kurtaramaz. 
Sermaye egemenliğinin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak, tıpkı feodal toprak düzeninin yıkılmasının ardından toprağın bu kez sermayenin değerlenme konusu haline gelmesi gibi, kadın bedeni de evdeki erkek için yeterli kullanım nesnesi olma özelliğini aşarak, sermayenin yatırım alanlarından biri haline gelir. İşgücünün, çevrenin, toprağın kâr hırsı nedeniyle sermaye tarafından yağmalanması gibi kadın bedeni de, şu ya da bu kadın bedeni değil, bir bütün olarak kadınlık, toplumsallaşmış bir cinsel obje olarak yağmaya tabi tutulur. Yalnızca bütün bir beden olarak değil, her bir parçası ayrı ayrı olarak da, kadının bacağı, gözü, göğsü, eli, kulağı, burnu, saçı, karnı vb. salt ona sahip erkeğin kullanım nesnesi olmaktan öte genel olarak erkek cinsinin beğenisine sunulmak üzere, değişim nesneleri üretiminin konusu haline getirilir. 
Kadın bir yandan insan soyunu üretmeye devam eder, diğer yandan işgücünü kapitalist patrona satarak onun sermayesini üretir, hem de işgücünü daha ucuza satmak zorunda kaldığı için, erkekten daha yüksek oranda sömürüye tabi tutulur. Bununla kalmaz, kadın bedeni toprak ya da makine gibi sermaye yatırım konusu olur. Nasıl ki verimi artırmak için yeni teknikler devreye sokuluyorsa, kadın bedeni üzerinde de yeni teknikler uygulanır. Kadının toprak ya da makineden farkı şudur ki, O, kendi bedeni üzerinden üretilen ürünlerin tüketicisidir aynı zamanda. 
Nasıl ki, işçinin emek-gücünü hangi patrona satacağına karar verme hakkına dair özgürleşmesi, “özgür emekçi” olması, gerçekte onu yeni tipte bir köle; “Ücretli köle” haline getiriyorsa, nasıl ki, işçi kendi emeğinin ürünü olan sermayenin kullanım nesnesine dönüşerek ürettiği ürüne ve kendisine yabancılaştırılıyorsa, kadın da sermaye egemenliği altında kendi bedenine ne denli sahip hale gelirse gelsin, erkeğe köleliğin yeni biçimlerinden kendini sıyıramaz ve kadın emek gücünün ürünlerine olduğu kadar, kendi bedenine de yabancılaştırılır. Ancak bu yabancılaştırma yolundan kadın bedeni, sermayenin yatırım konularından biri olmaya devam edebilir. Bu alandaki sermayenin çapı büyüdükçe kadın bedeninde yatırılacak yeni alanlar keşfetmek, var olanları geliştirmek ve elde edilen ürünleri tüketecek daha çok kadın üretmek sermayenin bir eğilimi haline gelmiştir. Metalaştırma salt kozmetik, plastik cerrahi, moda, pornografi, zayıflama kürleri, kadın bedeni ticareti vb. alanlarda sermaye yatırımlarının ulaştığı düzey baz alınarak ölçüye vurulamaz; kadın bedeni bütün bunların yanı sıra bir cinsel obje olarak, onunla hiç ilgisi olmayan metaların tüketilmesi için de o metanın adeta bir unsuru haline getirilir.
Kadın, erkek egemenliğine karşı mücadelesinde ne denli ileri kazanımlar elde ederse etsin (mülk edinme hakkı, seçme-seçilme, eğitim görme, meslek edinme, yönetime katılma vb.), özel yaşamında erkekle ilişkisinde ne denli “kendisi için varlık” haline gelirse gelsin (evleneceği erkeği seçme özgürlüğü, boşanma ve kürtaj hakkı vb.), sermaye egemenliği altında toplumsallaşmış bir beğeni nesnesi olarak “Erkek için varlık”, erkeğin beğenisine sunulmak için “üretilmiş” bir varlık olmaktan kurtulamaz; sermaye egemenliği altında işçinin “ücretli işçi” olmaktan kurtulmasının olanaksızlığı gibi. Bu, sermayenin var oluş biçimlerinden biridir ve ancak sermaye egemenliği ile birlikte ortadan kaldırılabilir. Kadın ev içinde, özel hayatında ne denli özneleşirse özneleşsin, toplumsal ilişkide daha üst düzeyde yeniden nesneleşir. Böyle olduğu için de ev içi özgürlüğü bir avuntudan öteye geçmez, bu bir yanılsamadır. Nasıl ki, işçi emek gücünü hangi patrona satacağına dair bir özgürlük içindeyse ve nasıl ki, bu özgürlük köleliğin bir başka biçimi, “ücretli kölelik” anlamına geliyorsa, kadınlar da kendilerini hangi erkeğe sunacaklarına dair ne denli özgürleşirlerse özgürleşsinler, sonuçta “Özgürce seçtikleri” erkeğin kölesi olmaktan kurtulamazlar. Çünkü onlar, işçinin patrona emek gücünü “sunmak” zorunda kalması gibi kendilerini bir erkeğe “sunmak” zorunluluğu içinde bulurlar. Dün başkaları tarafından kendi rızaları alınmadan bir erkeğe “sunuluyorlardı”, bugün kendi istekleriyle kendilerini seçtikleri bir erkeğe “sunuyorlar.” Kadının erkeğe “sunulması” özünde devam eder. İşçi kapitalist karşısında ne denli özgürse, haklarının en gelişkin olduğu durumda dahi kadın, erkek karşısında o denli özgürdür.
Kadın bedeni erkeğe sunulmak için toplumsallaşmış cinsel metaya dönüştürüldüğü oranda, kadına yönelik cinsel saldırı ve şiddet de o ölçüde artar; kadınla erkek arasında bireysel, ailevi bir sorun olmaktan çıkarak toplumsallaşır. Kapitalist gelişmenin en yüksek olduğu yerlerde, örneğin ABD'de kadına yönelik saldırı ve şiddetin en üst düzeyde olması buradan kaynaklanır. Buna, sınıflar arası uçurumun derinleştirdiği toplumsal çürüme ve yozlaşmanın erkekte yarattığı insani tahribat eklendiğinde, kadına yönelik şiddetin hayatın her alanında giderek neden daha çok yoğunlaştığı daha iyi anlaşılır. Cinsel taciz ve tecavüz ev içinden, okula; okuldan işyerine; işyerinden sokağa kadar hayatın her alanında kadının kâbusu haline gelir. 
Ve sefalet en çok kadını vurur. Aynı işi erkekten daha az ücretle yapmak zorunda kalır. İşten sonra evde de çalışmak zorundadır. Kriz dönemlerinde ilk önce onlar işten çıkarılır. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde kadınlar aynı işi yapan erkeklerden yüzde 15-20 daha ucuza çalıştırılır, bu oran geri kalmış kapitalist ülkelerde çok daha yüksektir. Düşük ücretli, sosyal güvencesiz yarı zamanlı işlerde çoğunlukla, kadın işgücü kullanılır. Sermaye egemenliği geliştikçe daha çok kadın ve çocuk, üretim sürecine çekilir. Böylece hem işçi sayısı çoğaltılarak genel ücret düzeyi aşağı çekilmiş olur, hem de kadın ve çocuk işgücünün daha düşük ücretlendirilmesi nedeniyle sermaye birikim düzeyi yükselir.
Burjuva sınırlar içinde kadınlar cinsel haklar alanında önemli kazanımlar elde edebilirler. Kadınlar, devlet yönetim organlarında görev yapabilirler. Yine de üst yapıya (hukuk, eğitim, yönetim vb.) kadınlar lehine ne denli müdahale ederlerse etsinler; özel alanda, aile içinde erkeklerle ilişkilerinde kadınlık bilinci ne denli yükseltilirse yükseltilsin; bunların hiçbiri kadının erkek karşısında ikincilliğine, “Erkek için nesne” olma haline son vermez. Yukarıda ifade edildiği gibi erkek egemenliği, sermayenin kendini yeniden üretme mekanizmalarından biri olduğu gibi, kadın bedeni sermayenin sömürü konularından biridir. Doğaldır ki, bu alt yapıda devrimci dönüşümler gerçekleştirilmeden kadının gerçek özgürleşmesinin yolu açılamaz.
Ama özgürleşmeye giden bu yolun nesnel koşullarını sermaye kendi elleriyle döşer. Kadın emek gücünü işgücü piyasasına daha çok katmak ve genel olarak kadın bedenini daha yaygın ve yoğun olarak cinsel sömürü konusu yaparak sermayenin yatırım etkinliğini artırmak için sermaye, kadını eve, geleneklere bağlayan bütün eski biçimlere saldırmak zorunda kalır.
IV.
Kadınların kurtuluşuna dair en ileri analizlerin, çözüm önerilerinin ve mücadelelerin komünist hareketin doğuşuna ve gelişimine paralel ilerlediği bilinen bir gerçektir. Kabaca bir tarihsel tasnif yaparsak diyebiliriz ki; 20. yüzyılın ilk yarısına kadar, kadın hakları ve kadınların kurtuluşu mücadelesine komünistler damgasını vurmuştur. Bu güçlü bir feminist hareketin olmadığı anlamına gelmez, fakat ideolojik ve politik yönlendiriciliğinin komünistlerce belirlendiğini tanımlar. Engels, Bebel, Kollantay, Zetkin vb. komünist erkek ve kadın önderlerin eserleri; sosyalist hareketin sorunla pratik politika düzeyinde ilişkilenişi, işçi kadınların yükselttiği mücadele ve bütün bunlarla birlikte, Rusya'da sosyalist devrimin ilk gününden başlayarak kadın erkek eşitsizliğinin önündeki her türlü hukuki engelin bir çırpıda kaldırılması, yine bu eşitsizliğin toplumsal temellerinin sosyalist inşayla birlikte yıkımına girişilmesi, komünist hareketin kadın hakları ve mücadelesine yaptığı etkinin somut biçimleridir. O yıllarda güçlü bir burjuva feminist hareket de varlığını hissettiriyordu. Komünistler, feminizmin düzen içi niteliğine sert eleştiriler yöneltiyor, buna karşın bu hareketin kadın eşitliğine dair bütün taleplerini sahipleniyor, bu talepler uğruna ortak mücadele yürütüyor ama orada kalmayıp eşitlik mücadelesini kurtuluş mücadelesine tabi kılıyor, bir bakıma feminist hareketi içerip aşıyordu.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren durum tersine döndü. Bu dönemde burjuva feminist hareketin yerini alan küçük burjuva feminist hareket, gerek önderlerinin yayınladıkları eserlerle, gerekse kadın sorununun güncel biçimlerine yaptıkları müdahalelerle kadın mücadelesi alanında inisiyatifi ele geçirdi. 1980'lerden sonra bu hareket kendi doğal sınırlarına ulaşarak etkisini kaybetmeye başladı. Bu kaçınılmazdı, çünkü sermayenin egemenliği altında kadın hakları mücadelesi erkek egemenliğinin sınırlarını ne denli zorlarsa zorlasın, erkek egemenliğinin burjuva biçimlerini yaratan kapitalizmi hedeflemedikçe kadına yeni bir yol açamazdı.
Bugün kadınların kurtuluşu mücadelesinde her iki akımın da birbirine karşı inisiyatifinden söz edilemez, zira her iki akımın da bu alanda belirleyici bir etkisi yoktur. Kadınların bireysel ve toplumsal (özel ve kamusal) yaşamlarında erkek egemenliğinin basıncı bu denli ağırlaşmışken, kadın bedeni ve emeği görülmedik yaygınlıkta ve derecede sömürünün konusu haline getirilmişken, kadınların kurtuluşu mücadelesine önderlik etme iddiasındaki akımların etkisizliği üzerinde durulmalıdır. Küçük burjuva feminist hareketin sorunun sınıfsal yanını göz ardı ettiği ve bugün içine düştükleri handikapın nedeninin bu olduğu söylenebilir. Peki ya komünistler, onların etkisizliğinin nedeni nedir? Eğer bu etkisizlik 1990'lı yıllardan sonra başlamış olsaydı, yanıt, sosyalizmdeki genel geriye düşme, geriye çekilme ile ilişkilendirilebilirdi. Oysa gerçekte komünistlerin etkisizliği (komünistlik iddiasındaki bütün akımları bunun içinde sayabiliriz) 1950'lerden bu yana devam edegelmektedir. 
En liberalinden en radikaline bütün burjuva, küçük burjuva feminist hareketler, kadın-erkek çelişkisinde erkeği sorunun baş aktörü ilan ettiler. Bu çelişkiyi yaratan asıl etmeni, toplumsal maddi gerçeği, mülk edinmenin özel biçimlerini, sınıfsal zemini göz ardı ettiler. Sorunu salt birey kadının, birey erkeğe karşı mücadelesine indirgediler ve kurtuluşu bu mücadelenin şiddetinde aradılar. Sonuç kadar nedene de saldırmaları gerektiğini kavramadılar. Sermayenin erkek egemenliğini durmaksızın üreten mekanizmalarını çözümleyemediler. Kadın hakları ne denli genişlerse genişlesin, sermayenin egemenliği altında kadın bedeninin yeniden ve yeni düzeyde metalaştırıldığını, devlet ya da kapitalist şirkette yöneticilik yapmanın sermaye egemenliğini geliştirmek olduğu ve böyle olduğu için bu kadınların, kadının “hiç”leştirilmesinde sermayenin araçları haline geldiğini göremediler. Feministler üst yapıya –ideoloji, hukuk, eğitim, yönetim vb.– müdahale ederek, burada kadınlara alan açarak sorunların üstesinden gelinebileceğini savladılar. Ve zaman bu savı kesin biçimde çürüttü. Görüldü ki, üst yapıda haklar ne denli genişlerse genişlesin, o üst yapının üzerinde yükseldiği alt yapı yerli yerinde durdukça, kadın sorunu yeni biçimlerde boy verecektir. Sorunun asıl nedeni erkek değil, özel mülkiyettir. Özel mülkiyet sistemi yok edilmeden erkek egemenliği yok edilemez. 
Komünistlerin hatası ise tam zıt yöndedir. Asıl olarak kadını köleleştiren toplumsal temele, özel mülkiyet sistemine hücum etmek gereğini ileri sürdüler. Kuşkusuz bu doğruydu. Buna karşın, kadın-erkek çelişkisinin somut-güncel biçimlerine gözlerini kapattılar. Dahası, kadın haklarının genişletilmesi mücadelesini sınıf savaşımını karartıyor gerekçesiyle küçümsediler, ya da kimi kez düpedüz bu mücadeleyi reddettiler. Her şeyi sosyalizme havale etme kolaycılığı kadınların çözülmesi gereken acil sorunlarına herhangi bir yanıt vermiyordu. Kadın sorununa müdahalede komünistler kendiliğindenci ve mekanik determinist pozisyona düştüler. Asıl etmen alt yapıdır ve yıkılması gereken odur, ne var ki siyasi mücadele alt yapıya karşı değil, o alt yapının üzerinde yükseldiği üst yapıya karşı verilir. Sermayenin egemenliği ideoloji ve devlet eliyle yürütülür. Burjuva erkek egemenlik biçimleri de sermayeye içerilmiş olarak aynı üst yapısal araçlar tarafından topluma şırınga edilir. Burjuva siyasal üst yapıya karşı mücadele, sermaye egemenlik biçimlerine olduğu kadar onun erkek egemenlik biçimlerine karşı mücadeleyi de içermek zorundadır. Komünistlerin yirminci yüzyılın ikinci yarısından bugüne eksik bıraktıkları bu yandır. Ama bu öyle bir eksikliktir ki, onları kadın hakları mücadelesinde hareketsiz kılmış, elini kolunu bağlamıştır. Peki, neden böyle olmuştur?
V.
Bugün açığa çıkmıştır ki, komünistler için asıl mesele kadın sorununa yaklaşımda “erkekçilik”in aşılamamış olmasıdır. Her şeyden önce “devrim” kavramının sermaye egemenliğinin yıkılması kadar erkek egemenliğinin yıkılmasını da kapsadığı; işçi sınıfının kurtuluşu kadar kadınların kurtuluşunu da içerdiği, buna bağlı olarak toplumsal devrimin ikili bir karakteri olduğu gerçeği yeterince kavranamadı. Bu ikili devrimin birliği, proletarya ve kadın devrimi birbirini kapsayan ve dışlayan çelişkili bir birlikti. İşçiler burjuva egemenliğini devirecekti ve kadınlar da bununla birlikte erkek egemenliğini. Kadınla erkek burjuvaziye karşı birlikte, fakat birbirlerine karşı zıtlık içindeydiler; burjuvaziye karşı proleter devrim için, kadın erkek emekçi birliği; erkek egemenliğine karşı kadın devrimi.
Kadın devriminin cinsel devrim olduğu, asıl kuvvetini kadın gücünden ve iradesinden aldığı bilince çıkartılmazsa, konunun kavranmasındaki güçlükler aşılamaz. Bu güçlük nedeniyledir ki, yalnızca sosyalizmle ilişkisi nedeniyle değil, burjuva düzen içinde de kadın devriminin içeriği anlaşılamamıştır.
Burjuva egemenliği altında kadın devrimi için mücadelenin ikili niteliği vardır. Bir yandan erkek egemenliğinin her türden görünümüne karşı devrimci demokratik mücadele, diğer yandan nihai kurtuluş için savaşım. Kapitalist düzen içinde gerek geçmişten devralıp sürdürülen gerekse sermaye tarafından yeni biçimlerde üretilen erkek egemenliğine, onun burjuva düzen sınırları kapsamındaki iktidar biçimlerine karşı mücadele, kadınlar açısından bir reform değil, cinsel devrimin devrimci demokratik yönünü temsil eder. Bu anlamda kapitalizm koşullarında devrimci demokratik cinsel devrimin hedefi, özel ve kamusal alanda kadınlarla erkekler arasında tam hak eşitliğini gerçekleştirmektir. Bu erkek egemenliği ideolojisinin bütün görünümlerine ve onun siyasal ve toplumsal hayattaki biçimlerine karşı amansız bir savaşımı gerektirir. Kadınlar, ancak böyle bir mücadeleyle kadın sorunu konusunda gerçek bir devrimci dönüşüm yaşarlar ve bu devrimci dönüşüm yaşanmadan kadın devrimi kendi yolundan ilerleyemez. Elbette, kadın devrimi salt cinsler arası eşitlik hedefiyle sınırlandırılamaz. Daha önce de belirtildiği gibi kapitalist düzen altında en ileri mücadeleler verilse bile kadın erkek arasında tam hak eşitliğine hiçbir zaman ulaşılmaz. Çünkü sermaye ona sahip olanların cinsiyetinden bağımsız olarak kadın cinsiyeti bedeni karşısında her daim “erkek”tir. Doğaldır ki, sermayeye rağmen onun egemenliği sürdüğü müddetçe devrimci demokratik cinsel devrim tamamlanamaz. Fakat bunun tersi de geçerlidir; salt sermaye egemenliğinin kökenine yönelerek, onun erkek egemenlik biçimlerini önemsemeyerek bir cinsel devrim gerçekleştirilemez. Açıktır ki, burjuva düzen sınırları içinde kadın devriminin iki hedefi vardır. Sermaye ve erkek!
Sermaye egemenliği yıkılsa da bu otomatik olarak sermaye egemenliğinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Sosyalizmde sınıf mücadelesi gibi kadın erkek mücadelesi de komünizme kadar sürer. Hiç kuşku yok ki, sosyalist düzende erkeklerin bütün ayrıcalıkları yok edilir, kadın bir “Kişilik” bir “Özne”, “Kendisi için varlık” haline gelmeye başlar. Fakat bu yine de “Tam kurtuluş” değildir. Zira henüz “Herkese ihtiyacına göre” verilmediği için, kişisel birikim, miras, çocuk bakımı vb. nedenlerle kadın merkezli ailenin varlığı sürer. Aile ortadan kaldırılmadıkça kadın kurtulmuş olmayacaktır. Bu sorunun nesnel yanını, alt yapısal unsurunu temsil eder. Sosyalizm koşulları altında da cinsel devrimin ikili karakteri vardır. Birincisi aileyi var eden koşulların ortadan kaldırılması için mücadeledir ki, bu sosyalist inşanın hızlandırılması ve dünya devrimi ile birleşmesi için mücadelenin yükseltilmesi anlamına gelir. İkincisi, üst yapıya, ideolojik ve politika belirleme alanlarına müdahaledir. Burada erkek egemenliğinin arkaik biçimlerinin toplumsal hayattaki süregelen biçimlerine karşı ideolojik-politik mücadele kadar erkek egemenliğinin sosyalist görünüm altındaki biçimlerine karşı da kesintisiz bir mücadeleyi gerektirir. Devlet ve parti organlarında erkek hakimiyetini yok etmekten tutalım da, beş yıllık planlarda kadını eve ve aileye bağlayan temellerin yıkımına hizmet edecek adımların atılmasına kadar, devrimci demokratik kadın devrimi, sosyalist biçim alır. Bundan dolayıdır ki, kapitalizm koşullarında olduğu gibi sosyalizmde de erkek egemenliğinin her türden görünümüne karşı kadın iradesinin bağımsız var oluşu kesinkes zorunludur.
VI.
Burjuva düzen koşullarında devrimci demokratik kadın hakları mücadelesi, ulusal kurtuluş mücadeleleriyle benzeştirilebilir. 
Sömürgeci baskı altında tutulan bir ulustan emekçilere ezen ulusun komünistlerinin önerisi ne olmalıdır? Ulusal kurtuluş mücadelesi desteklenecek midir, yoksa sosyal kurtuluşu hedeflemediği için bu mücadeleyi yürütenler mahkûm edilerek, onlardan uzak mı durulacaktır? İkinci tutum sosyal şovenizmin tipik tezahürü olur. Söylem ne denli keskin, hedef ne denli ileri çekilmiş olursa olsun, gerçekte ulusal kurtuluş mücadelesinden uzak durmanın bahanesidir bu. Ki bu aynı tutum, nesnel olarak sömürgeciliğe yedeklenmeye götürür. Böyleleri sorunun çözümü için kılını kıpırdatmazken başkalarını “Dar ulusal kurtuluşçuluk”la eleştirmekten geri durmazlar. Oysa o “dar ulusal kurtuluşçuluk”un ortaya çıkmasının nedeni, ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etme yeteneğini göstermeyen, ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşun bir basamağı haline getirmeyen, sömürge zulmü altında inleyen milyonların öncelikli sorunlarını gündemleştirmeyi başaramayanlardır. 
Egemen ulustan ya da ezilen ulustan işçi sınıfının öncüleri kendilerini salt ulusal kurtuluşçulukla sınırlayanların önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine uzak mı durmalıdırlar? Yoksa tam tersine, sömürgeci boyunduruğu parçalamaya dönük her ileri devrimci demokratik hareketi sahiplenerek onu daha ileri mi çekmelidirler? Bu hareket en sıradan demokratik hakları kazanmaya odaklansa dahi, bunun burjuva sömürgeci boyundurukta gedik açmaya hizmet edeceğinden hareketle, ezilenlerin talepleri desteklenecek midir? Egemen ulus işçi sınıfı ile sömürge ulusun emekçileri arasında sıkı birliğinin ancak ve ancak bu sahiplenme yolundan gerçekleşebileceğinden mi hareket edilecektir, yoksa sömürge ulusun acılarına kulak tıkayarak, daha ileri çözümler adına şovenizm değirmenine su mu taşınacaktır?
Bazı bakımlardan kadın sorunu ile ilişkilenmek, ulusal sorunla ilişkilenmeye benzetilebilir. En genel anlamda ezen-ezilen ulus gibi ezen-ezilen cins çelişkisinden çokça söz edilir. O halde ezen-ezilen cins çelişkisi nasıl çözüme kavuşturulabilir? Bir komünist için yanıt hazırdır: “Elbette sosyalizmde.” Peki, sosyalist düzen kuruluncaya kadar kadınlar ezen cinsin, erkeğin, baskı ve zulmüne, aşağılama ve hakaretlerine karşı ne yapmalıdırlar? Sermayenin durmaksızın yeniden ürettiği erkek egemenlik biçimlerine karşı nasıl bir mücadele çizgisi izlemelidirler? Yarın değil de bugün ne yapmalıdırlar? Her gün hayatın her alanında sermayenin ve erkeklerin cinsel, fiziki, moral saldırısına maruz kalan kadınlara ne önerilecektir? “Kadın-erkek el ele özgür günlere” mi denecektir? Oysa kadınla erkeğin el ele vereceği konular olduğu kadar, birbirleriyle savaşacakları konular yok mudur? 
“Kadının kurtuluşu sosyalizmde” demek yeterli midir? Milyonlarca kadın bu şiarlar doğrultusunda mücadeleye nasıl çekilecektir? Kendini yalnızca bu şiarlarla sınırlı tutanlar bütün radikal görüntü altında, ezilen kadınların acılarına kulak tıkayan, milyonlarca emekçi kadının feryadını örgütlü bir öfkeye dönüştürmeyen, böyle yapmakla nesnel olarak erkek egemenliğinin sürgit devam etmesine yol açan pasifistler, erkek egemen ideolojisinin solcu sosuna basılmış temsilcileridir. Tıpkı ezen ulusa karşı ezilen ulusun mücadelesini omuzlamadan, bu mücadeleye katılmadan sosyal kurtuluş nutukları atanlar gibi. Ezen cinse karşı ezilen cinsin talepleri sahiplenilmeden, mücadelesi yürütülmeden, bu mücadeleye önderlik etme iddiası taşınmadan “Kurtuluş sosyalizmdedir”i nakarata çevirenler; ezen tarafa, erkeğe –ve elbette sermayeye– hizmet etmiş olurlar. Çünkü bu tutum özünde erkek egemenliğinin en vahşi biçimlerde kendini yeniden üretmesine seyirci kalmak anlamına gelir. Dahası böylesi bir tutum, “sol” kimlik altında egemen erkek ayrıcalıklarını, bilinçli ya da bilinçsiz, sürdürmenin ideolojik kılıfı olur. 
Burjuva liberal feminist hareket, sermaye düzenini çeviren çarklardan biri haline dönüştü. Küçük burjuva feminist hareket ise sermayeyi asıl hedef haline getirmeden, erkek egemenliğinin şu ya da bu biçimine karşı ilerici bir mücadele yürütmeye devam ediyor. Bu hareketi eleştirmek ama kadın hakları mücadelesine katılmamak ne anlama gelir? Dahası asıl ideolojik hücum nereye yöneltilmelidir, burjuva sınırlar içinde kalınsa da erkek egemenliğinden gedikler açarak kadın mücadelesine daha geniş hareket alanı sağlayanlara mı, onları burjuva sınırlar içinde kalmakla eleştirip; kadınların güncel sorunları karşısında hareketsiz kalanlara mı? Ulusal kurtuluşçu mücadeleye bir kez daha benzeştirirsek; sosyal şovenizm mi daha tehlikelidir, ezilen ulus milliyetçiliği mi? Kadın sorununa karşı tutumda aynı soruyu şu biçimde sorabiliriz; küçük burjuva feminist hareket mi daha tehlikelidir, sosyal erkek şovenizmi mi? Bir başka deyişle ‘kadıncılık mı’ daha tehlikelidir, ‘erkekçilik mi’?
Komünistler böyle bir ikileme düşmeye mecbur değildir. Küçük burjuva feminist hareket daima komünistlerin ideolojik hücumu altında tutulacaktır. Buna karşın, bu hareketin kadınların güncel mücadelesine yapacağı her demokratik müdahale komünistler tarafından sahiplenilecek, dahası, komünistler bu sorunların doğrudan muhatabı olarak kadınların erkek egemenliğine karşı demokratik mücadelesine önderlik etme iddiasında olacaklardır. Çünkü onlar bilir ki, bu mücadele kadınlar için devrimci-demokratik bir niteliktedir. 
Sosyal şoven erkekçilik ise tıpkı, sosyal şovenizm gibi komünist ve komünist olmayan devrimci hareketi kötürüm eden bir zehirdir. Bu zehir akıtılmadan, sosyal şoven erkekçilik ortaya çıktığı her yerde kafası ezilmeden, büründüğü her kılık deşifre edilmeden komünistlerin kadın devrimine önderlik etmesi söz konusu edilemez. 
Hiç kuşkusuz kadın devrimini kadınlar yapacaktır. Geleceğe ertelenemez, bugünden başlayan kesintisiz bir devrim sürecidir bu. Erkek egemenliğine, onun “özel ve kamusal” alandaki bütün biçimlerine karşı mücadele etmeyen, bu anlamda kadınlık bilinci edinmeyen kadın, sermayenin egemenliğine karşı mücadelesinde de eksik ve yetersiz kalacaktır. O, erkeğe karşı savaşan ve sermayeye karşı erkekle birlikte olan biridir. Onu erkek işçiden ayıran budur. Kadın sermayeye karşı erkekle birlikte, buna karşı erkek kadına karşı egemenliğini sürdürmek için sermayeyle birliktir. Kadın devrimi hem sermaye, hem de erkek egemenliğine yönelmek zorundadır. Görülüyor ki, kadınla erkeğin mücadele birliği çelişkili birliktir, ne var ki, bu çelişki konunun doğasından gelir. Ve bu çelişkinin yegâne çözümü mülk edinmenin bütün biçimlerinin ortadan kaldırılmasından geçer. 
Bitirmeden önce, kadın devriminin erkekler cephesinden nasıl algılanması gerektiğine, birkaç sözcükle de olsa değinmekte fayda var. Daha önce de sözü edildiği gibi özel mülkiyetin erkekle anılmaya başlanmasından bu yana kadınla erkek arasındaki ilişkide erkek insani niteliklerinden kopmuş, bu anlamda insansızlaşmıştır. Bundan dolayıdır ki, kadın devrimi kadınların kölelik zincirlerinden kurtulmasına yol açar, erkekler içinse bu süreç, bir yeniden insanlaşma serüvenidir. Özel mülkiyetle birlikte erkek kadını köleleştirdi, kadın devrimi ile kadın erkeği insanlaştıracaktır. Ki ancak bu yoldan kadın, kendi ürünü olan erkeğin egemenliğinden kurtulabilir. Ancak bu yoldan, kendi insani bütünsel varlığının diğer yarısını insanlaştırarak yeni insanın doğumunu müjdeleyecektir.







ÖZGÜR GENÇ KADIN EĞİTİM PROGRAMI (Aralık 2013 - Haziran 2014)

Bu eğitim programı, Özgür Genç Kadın'ın 2013-2014 öğretim yılında kendi iç eğitimi için belirlemiş olduğu 4 adımlık bir programdır. Her adım; kadın atölyesi, film ve teorik-ideolojik okuma/tartışma önerilerini içerir.

- BİRİNCİ ADIM -
KADIN ATÖLYESİ:
Konu: "Güven ve öz güven". Özgüvenimizin gelişememesinin altında yatan sebepler, birbirimizle ya da insanlarla kurduğumuz-kuramadığımız güven bağı, sebepleri v.b. meseleler tartışılabilir.
FİLMLER:
Agora (2009)
Libertarias (1996)
İDEOLOJİK-TEORİK OKUMA/TARTIŞMA:
Konu: "Toplumlar Tarihi -İlkel Komünal Toplum" Bu konu içerisinde, ilkel komünal toplumda kadının yeri özel olarak incelenecektir.
Önerilen Kaynaklar:
- Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Engels) [s.247 ile s.311 arası]
- Anayanlı Eşitlikçi Toplumdan, Ataerkil Sınıflı Toplumlara
- Pandora'dan Cadı Avlarına... Giyotinden Töre Cinayetlerine: Şiddetin Tarihi
- İKİNCİ ADIM -
KADIN ATÖLYESİ:
Konu: "Toplumun kadında istediği sıfatlar". Toplumda “kadın” dendiğinde akla gelen etiketler (temiz, bakımlı, duygusal, anne, sadık, ahlaklı, ... ve daha nicesi) üzerine tartışılacak. “Bu etiketleri ne ölçüde benimsiyoruz?”, “Bu etiketler ne gibi sorunlar getiriyor beraberinde?”, “Toplumun bize biçtiği kalıba ne derece uyum sağlıyor, ne derece karşı geliyoruz?”, “Bu sıfatlara uymamak, kendiminizi toplumun dışında konumlandırmak mıdır?”, “Etiketlere karşı gelmek istediğimizde, halktan uzaklaşıyor muyuz?”, ... gibi sorular üzerine düşünmenin zamanıdır.
FİLMLER:
- Monster (2003) 
- Precious (2009)
İDEOLOJİK-TEORİK OKUMA/TARTIŞMA:
Konu: "Sanayi devrimi ile birlikte kadının toplum içerisinde değişen konumu" (Okumalar üzerinden tartışırken, özellikle “kapitalizm öncesi ve sonrası kadının konumu”, bizim odak noktamız olacaktır.)
Okuma Önerileri:
- Kadının Tarihsel Yenilgisi ve Nesneleştirilmesi
- Feodalizmden Kapitalizme Kadın Emeğinin Değişimi
- Ailenin Doğuşu ve Gelişimi 
- Kadının Görünmeyen Emeği 
KİTAP:
- Kendine Ait Bir Oda (Virginia Woolf)

- ÜÇÜNCÜ ADIM -
KADIN ATÖLYESİ:
Konu: "devrimci kadından beklenenler". Devrimci kadın nasıl olmalı? Aile kurumunu kökten reddetmeli mi mesela? Herhangi bir taciz durumunda nasıl davranmalı? Tecavüze uğrayan devrimci kadın ne yapar? Herhangi bir eylemde devrimci kadın nerede yer alır? Devrimci kadın mutfağı büsbütün terk etmeli mi mesela? Sevgililik ilişkisi nasıl olmalı? Anneyse, çocukla ilişkisi nasıl olmalı? Alış-verişle, giyim-kuşamla ilişkisi nasıl olmalı? Devrimci olmak; bizi bir kafesten alıp başka kafese mi koyuyor, yoksa bizi özgürleştiren bir yerde mi duruyor? Teorik olarak “Devrimciysek şöyle olmalıyız, böyle davranmalıyız.” diye düşünürken, pratikte bu sonuçlarımız ne derece kendi gerçeğimizi yansıtıyor? Yoksa belli doğruları benimseyip, ama uygulayamayıp, sürekli iç çelişkilerimizle mi yaşıyoruz?
FİLMLER:
- Une femme est une femme (1961) [Kadın Kadındır] 
- Döngel Karhanesi (2005)
İDEOLOJİK-TEORİK OKUMA/TARTIŞMA:
Konu: "Sovyetler'de kadınlar"
Önerilen Kaynaklar:
- Sovyetler Birliğinde Kadının Kurtuluşu
- Cinsel Devrim
- Marksizm ve Sosyalizm İnşaasında Kadın Özgürleşmesi Deneyimi
KİTAP ÖNERİLERİ:
- İçimizdeki Bahar (Muhabbet Kurt, A.Arzu Torun)
- Kadın ve Aile (Marx, Engels, Lenin) 

- DÖRDÜNCÜ ADIM -
KADIN ATÖLYESİ:
Tartışma Konusu: "Kadın Yoldaşlığı". Kadın yoldaşlığı ne, önemi ne, biz
bu konuda ne düşünüyoruz, neler hissediyoruz? Kadın yoldaşlığı nasıl güçlendirilebilir?
FİLMLER:
Todo Sobre Mi Madre (2000) [Annem Hakkında Her Şey] 
Venuto al mondo (2012) [Sen Dünyaya Gelmeden]
İDEOLOJİK-TEORİK OKUMA/TARTIŞMA:
Konu: "Kadın Özgürlük Mücadelesi"
Önerilen Kaynaklar:
- Marxizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği (Heidi Harman) 
- Sosyalist Kadın Meclisleri ve Kadın Özgürlük Hareketinin Yönü 
- ESP/SKM Konferansı Sonuç Bildirgesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder